23 Eylül 2009 Çarşamba

SAKİNLİK, TÜRKÇE'DE OLMAYAN BİR SÖZCÜK

Türkçe'ye uydurularak geçmiş bir sözcük. Böyle bir sözcük yoktur desek yeridir.

Eğer sakinlik dediğimizde, sakinlerin konulduğu bir kaptan sözediyorsak doğru olabilir. Ancak bu sözcük yine dilimizde tam karşılığı olan ve doğru kullanımı olan sükunet kelimesi yerine kullanılıyor.

Sükunet, sakinden türemiştir. Tam karşılığı "sakin olan"dır. İlla, "Ben Osmanlıca falan sevmem hacı, olmaz öyle, hem çok gerici görünüyor" gibi takıntılarınız varsa kötü haber, sakin olmak deseniz bile kökü itibariyle istediğiniz Ural-Altay Türkçe'sini ve muhasır medeniyet seviyesini yakalayamazsınız.

Şu halde:
Sakin: Sakin olan kişi.
Müsekkin: Sakinleştirici, sakinleştiren.
Sükunet: Sakin olma durumu.

Olarak karşımıza çıkıyor. Haydi hayrını görün.


9 Eylül 2009 Çarşamba

Çöplüğün Generali, Bir Oya Baydar Romanı


Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu bir kitap tanıtımı ya da bir eleştiri değil. Sadece romanı okudum ve okurken bir yandan notlar aldım. Sadece, bu notların biraz derlenip toplanmış hali. Bunları paylaşmak istiyorum.

Daha önce Oya Baydar'ı okumamıştım. Benim için, Türk Romanı'nın ve Türk Solu'nun dikkate değer isimlerinden biri olmuştur. Bir de, geçtiğimiz günlerde Taraf Gazetesi'ndeki köşesinden, yine aynı gazetenin genel yayın yönetmeni olan Ahmet Altan'a kızdığı için (şimdi olayı burada anmak gereksiz) istifa ettiğini biliyorum.

Yeni açılan ve bence gelecek vadeden (benim www.yazar.com'daki zamanında yaptığımız çalışmalara da benzediğinden sempati duyduğum) bir site olan www.sabitfikir.com'da, oya Baydar'la bu roman hakkındaki röportajı dinledikten sonra hemen alıp okumak, ihmal ettiğim bu yazarla tanışmak istedim.

Çöplüğün Generali, içinde bitmemiş bir romanı da barındıran, roman içinde roman tekniğiyle yazılmış. Bu bitmemiş roman, bütün eserin ilk bölümünü (yarısından fazlasını) oluşturuyor. Her yerinde bombaların ve mermilerin gömülü olduğu ülkeden, birbirini takip eden bazı patlama ve bu patlamalara ucundan kıyısından bulaşmış insanların başına gelenleri anlatan, bölümlerden oluşan bir hikayesi var.

Bu ilk bölümün, iyi olmadığını düşünüyorum. Yani romanın asıl kahramanını etkileyen bu roman beni etkilemedi. Hem de, şu Ergenekon Davası kapsamında bulunan silahları her akşam haberlerde izliyor olmama rağmen, etkilemedi. Etkilemedi çünkü, hikayelerin nasıl biteceğini daha ilk baştan biliyoruz, ve bu sonunu bildiğimiz hikayedeki karakterler de, öyle bizim ilgimizi çekebilecek ilginçlikte değil. Bunlar, enteranlık barındırmayan, alelade hikayeler olmuş.

Kitabın ikinci bölümünde ise ne bir polisiyedeki heyecan, ne de klasik bir romandaki derinlik var. Raslantı eseri, Eski Şehir'den kalma çöplüğü bulan ve orasıyla ilgili araştırma yaparken başından geçenleri anlatan bir bilim adamını anlatıyor bölüm. Zaten romanın asıl karakteri de, adamımız.

Romanın kahramanları ve bunların aralarındaki ilişkiler malesef bir romanda görmek isteyeceğimiz derinlikte olmadığından okurken doyurmuyor. Olaylar da bu "üstünkörü" geçişten nasibini almış zaten.

Yazarın röportajında da söylediği gibi "Gerçek olaylar, kurgu olaylardan daha aşırı, daha az inandırıcı geliyor insanlara" fikrine katılıyorum. Ama bu mottoyu romanda o kadar sık tekrarlıyor ki, "Yeter yahu! Anladık!" diyesi geliyor insanın. Bir şey, bazen okuyucuya küçük küçük verilmeli, gözümüze sokulması insanda aptal yerine konuluyormuşuz hissi yaratıyor.

Roman, belli ki, Ergenekon Davası'ndan etkilenmiş bir yazarın kaleminden çıkmış. roman boyunca bu davaya ilişkin direk temaslardan kaçınılmış olmasını ise takdir ediyorum.

Çöplüğün Generali'nin insana çok zevk veren bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki, yazarın kendisinin de ifade ettiği gibi, "Kurgusu düz." bir roman olmasından, belki söylemek istediği şeyin çok derinlikli işlenmemiş olmasından... Ancak Çöplüğün Generali, insanlara tavsiye edebileceğim bir roman değil.

Koray Onur


2 Eylül 2009 Çarşamba

DOĞURTMA YÖNTEMİ

Sokrates'in, eğitimleri sırasında geliştirdiği ve ebe olan annesinden esinlenerek adını koyduğu yöntem. İnsanın, aslında sandığından daha çok şeyi bildiğini varsayarak onun üstüne gider, ve bir şeyin cevabını hocanın söylemesi yerine öğrenciye söyletmesi üzerine kuruludur. Basit bir örnek verelim ki, en güzel bir şekilde anlaşılsın değil mi?

Örnek:

Öğrenci : mozart'ın çok meşhur bir çocuk şarkısı varmış, ama ben bilmiyorum, nedir?

Hoca: aslında biliyorsun, sadece bildiğinin farkında değilsin.

Öğrenci: biliyor muyum?

Hoca: evet. seni doğuran kişiye ne diyoruz?

Öğrenci: anne.

Hoca: annenden ilk ne zaman ayrıldın, mecbur olarak, ama bu ayrılıktan annen de baya mutluydu, senin oraya gidersen eğitim görüp başarılı olacağına inanıyordu.

Öğrenci: okuldan sözediyorsunuz sanırım.

Hoca: kesinlikle. işte bu şarkıyı okula başladığın ilk günlerde öğrettiler size.

Öğrenci: "daha dün annemizin, kollarında yaşarken" mi bu şarkı?

Gördüğünüz gibi, hoca cevabı direk söylemedi, öğrenciyle daha çok mesai harcayarak, doğru cevabı ona buldurdu (doğurttu), bu noktada tam bir ebe gibi yönlendirdi sadece. Bu şekilde öğrenilen bilginin, öğrencinin kafasında daha kalıcı olduğu bir çok kere ispatlanmıştır.