25 Kasım 2014 Salı

GERÇEKLİĞİN ARAYIŞINDA BİLİM

Bir odadasınız ve dışarıdan nal sesleri geliyor. Normal olarak, orada bir at olduğunu düşünürsünüz. Böyle düşünmenize kimse, saçmalık, demez. Diyelim ki, bulunduğunuz odaya girdim ve dedim ki, “Dışarıdaki at ne güzel değil mi?”. Benim bunu söylemem, gelen seslere bir de şahit eklenmiş olmasından dolayı, orada, henüz görmediğiniz bir at olduğu düşüncenizi pekiştirir ve bu fikre daha çok inanırsınız. 

Tüm bu yaşadıklarınız, dışarıda bir at olduğu anlamına gelir mi? Maalesef, hayır. Bunlar sadece, dışarıdan gelen nal sesleri olduğu anlamına geliyordur. Dışarıdaki atın varlığıyla ilgili bir bilgi arayışı içindeysek yapmamız gereken bizzat dışarıya çıkıp atı görmek, ona dokunmak, ölçmek... Bilimsel bir bilgi ancak bu şekilde ortaya çıkar. Gözlemleme, ölçme ve deneme. 

Şu halde, örnekle ilgili elimizde tek bir bilimsel bilgi var: Dışardan, nal sesleri geldiği. Bunun dışındaki tüm bilgi türleri inanç kapsamına girer.  

Bir inanç ise, muğlak bir zeminde var eder kendini. Ön kabullerin alanıdır, inanç. Ön kabul, elbette bilimce de kullanılır ancak o düzlemde kalınmaz. Ön kabuller, bilimde ispata giden yolların çıkış noktasıdır. Ama bir inanç dizgesinde ön kabuller, sadece muğlak bir zeminde, salınır dururlar. Gerçeğin araştırılması için değillerdir, zaten inancın gerçekle bir alış verişi de yoktur, o zaten, “kabul eder”.

Bilim, kimsenin şahitliğine gerek duymadan, hatta tüm dünya tersini düşünse de sarsılmayacak verilerin peşindedir. Bu bakımdan bilim, en basit anlamda, bir gerçeklik arayışıdır. Ama elbette bilimsel gerçeklik... 

Karl Popper
O zaman, gerçeklik nedir? Gerçekliğin tanımını, Alaeddin Şenel bakın nasıl yapıyor:

Gerçeklik, bilgisi edinilecek nesnenin (olgunun, olayın), “özne” den bağımsız durumudur. Üzerinde “özne “ tarafından onun bilgisinin edinilmesini sağlayacak, onu etkileyip değiştirecek bir karışmada bulunulmasından önceki nesnel (öznenin algılamasına bağlı olmayan) varlığıdır.*

Bu tanım kendiliğinden, bir ispatın zorunluluğu durumu getiriyor. Bilimsel bilgiyi, diğer bilgi türlerinden ayıran en önemli özellik de budur. Ancak, ispat deyince hemen doğrulamak kelimesi akla gelmesin. Gerçi Popper'a kadar, bir şeyin doğrulanması, ispatın tek yolu olarak görülmekteydi. Popper ise bambaşka bir şey sundu: Ona göre, bir gerçeklik (bu noktada yukardaki tanımı hatırlayın), aynı zamanda yanlışlanabilir de olmalıydı. 

Bilimin ispat yöntemlerinin dahi gelişmesi, ilerlemesi, hiçbir bulguyla bir mutlaklık bağı kurmaması, onun en nesnel yönü gibi gözüküyor. İnsan gibi bir varlığın, içinde yaşadığı Cosmos'u anlama çabasının en iyi yolu. 

Mutlaklığı değil, gerçekliği arayarak, tüm yaşamı anlatan yegane olgudur, bilim.



Koray Onur
Ekim 2014

Şenel, Alaeddin (Editör). 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem. İstanbul, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2012

10 Kasım 2014 Pazartesi

FARKLILIK SAATİ

Haydi ciddi olalım! İnsanların doğuştan, eşit olmadıkları gerçeği, demokrasinin korunması ve huzurunun inşası için , çoğu zaman görmezden gelinen, bir “implant”dır*. Bir implant, nasıl, insan vücuduna yerleştiğinde önce vücudun ona alışması sancılı bir dönem gerektiriyorsa ve tüm bu döneme rağmen, implant, sürekli türlü ağrılarla kendini hatırlatıyorsa; demokrasi gibi, eşitlik ve özgürlük ülküsüyle yoğrulmuş bir sistemin esas öznesi olan “birey”ler arasındaki doğuştan eşitsizlik, “mıh gibi” sistemin ortasındadır.

Ama, “Avcının tuzak bildiği kadar, tilkinin de yol bilmesi.” kabilinden, insan denen şaşırtıcı yaratık, bununla ilgili azımsanmayacak arayışlara girmiş, eşitsizliğin, yok edilmesi demeyelim de, önemsiz kılınabileceği “yol”ları araştırmıştır.

Çünkü, insan sosyal bir varlıktır ve başkalarına ihtiyacı vardır. Hem de bu, keyfiyet değil, yaşamsal zorunluluktur. Bu yüzdendir ki, sosyalleşme mekanizmaları genetiğine kadar işlemiştir. Embriyo araştırmaları ve genetik mühendisliği alanında, Britanya'nın önde gelen isimlerinden biri olan Robert Winston'un söyledikleri, tam da buna işaret eder:

İnsan bebekleri bazı gereksinim ve istekleri olduğu konusunda çevrelerini uyarmak için sadece birtakım sesler çıkarmak ve kokular salgılamakla yetinmezler. Bebekler doğumdan kısa süre sonra yetişkinlerin yüz ifadelerini taklit etemeye başlarlar. Eğer bir yetişkin gülümserse, bebek de gülümsemeye başlar. Eğer yetişkin karşlarını çatarsa, bebek de kaşlarını çatmaya çalışır. (...) hiç kuşku yok ki, bebekler bu içgüdüsel hileye başvurarak ebeveynleri üstünde olağanüstü derecede kuvvetli bir etki yapabilmektedirler. Bu etki, ebeveyn ve çocuk arasında güçlü duygusal bağların kurulduğu bağlanma sürecinde çok önemlidir.**

İnsan, bebekken, mimesis*** ile yaptığı sosyalleşme çabasını ilerleyen yaşlarında logos**** alanına da taşır. Sosyal yaşamın sağlıklı inşası için kavramları kullandıkça, doğal olarak, felsefeye yakınlaştı. Varlık sorusu olarak başlayan felsefe, siyasal hayat içinde eşitlik meselesini siyaset paradigması üzerinden değerlendirmekten de geri durmadı.

Eşitliğin bahis konusu yapılabilemesi için, eşitliği bozan unsurların da tesbiti gereklidir. Sosyal bilimler, felsefeye bu noktada eklemlenince, “Farklılık” kavramı önem kazandı. Eşitsizliğin, farklılıkla aynı şey olmadığı, farklılar arasında eşitlik olabileceği gibi, matematiğe ait görünen ama daha çok sosyal bilimlerin iştahını kabartan bu tespitler silsilesi, bir tahlil çalışmasına doğru evrildi. Küreselleşmenin de işin içine girmesiyle artık çağımız bir “Farklılıkların tesbit ve tahlil çağı” haline geldi adeta. Zygmunt Bauman'ın, konuyla ilgili başyapıt sayılabilecek eseri Küreselleşmede yaptığı şu vurgu önemli:

Küreselleşme ne kadar birleştirirse o kadar böler; yerkürenin tek tipliliğini teşvik etme nedenleriyle bölme nedenleri özdeştir.*****

Bauman'ın, negatif bir veçheden yaptığı bu vurgu, bana, yılanın panzehirinin yine onun zehirinin içinde bulunması gibi, eşitsizliğin çözümü için panzehir gibi gözüküyor: Zira, farklılıkların doğru tahlili ile, dayanışmanın kolaylaşacağı ve adalet kavramının güçleneceğine inanıyorum. Kaldı ki, bana göre sorun hiçbir zaman, bir grubun farklılığının, diğerleri üzerinde iktidar sahibi olmasına olanak hazırlıyor olması değil, sömürülenlerin kendi farklılıklarını tespit ve tahlil etmemiş olmasındadır.

Farklılıklarımız, bizi, biz yaptığı kadar, bunların, faş edilmesi adalet arayışının en temel adımını oluşturuyor. Çünkü mesele, artık, bir sistem meselesi değil, o sistemin hangi farklıklıklar gözetilerek inşa edileceği meselesi haline gelmiş durumda.

Eğitim, siyaset, sanat ve türlü disiplinler, kendilerini, farklılık saatine göre kurmaya hem
zorunlu, hem de muhtaçtırlar.

Koray Onur
Ekim 2014

* İmplant metaforunun sahibi, Psikiyatr Dr. Cumhur Boratav'dır. Boratav'ın, Kocaeli Şehir Tiyatrosu'na prova aşamasındaki Küheylan oyununa uzman olarak destek verdiği sırada ekipteki oyunculardan biri olma şansına sahiptim. Bu metaforu da, orada kullanmıştır. Metaforu benim, onun kullandığından farklı kullanıyor olma tehlikesinden dolayı, kendisinden peşinen özür dilemem gerekiyor. 
** Winston, Robert. İnsan İçgüdüsü. Çev. Sinan Köseoğlu. İstanbul, Say Yayınları, 2011.
*** Antik Yunanca'da, taklid, taklidcilik, öykünme. (Peters, E. Francis. Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü. Çev. 
Hakkı Hünler. İstanbul, Paradigma Yay. 2004)
**** Antik Yunan'da, Akıl-yürütme, söylemsel düşünce (A.g.e.)
***** Bauman, Zymunt. Küreselleşme. Çev. Abdullah yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yay. 2012

3 Kasım 2014 Pazartesi

PARADİGMAYA TERSTEN BAKIŞIN ÖNEMİ


Bir fikir, sudan daha akışkandır. Eğer, sizinle ilgili olsun, olmasın, birinin size bir fikrini söylemesine uygun ortamı hazırlamaz yahut fikrin ifadesine topyekun izin vermezseniz, o fikir, ifade edilebileceği bir başka mecra bulacaktır. Fikir derken, basit bir eleştirel yaklaşımdan tutun da, ideolojik bir söyleme; günlük bir pratikten, felsefi bir dizgeye kadar uzanan dev bir yelpazeden bahsediyorum. Fikir, ifade edilebileceği alanı bulamazsa ya göçer, ya da alanını yaratır*.

Dolayısıyla bir fikri engellemek, nasıl büyük fırsatların kaçırılması demekse; tam tersi
tutum, yani fikri bir ifade ortamı yaratmak ise, en önemli iletişim şekillerinden biridir. Dinlemekle
başlayan öğrenme süreci ve onu takip eden gelişim...

Burada paradigma** değiştirmenin önemi, her bağlamda karşımıza çıkıyor. Doğru sorulara, “Doğru” deriz. Ancak, bunun sebebi, bizim o soruları doğru sanmamız olabilir. O halde, başka ve “saçma” soruların da sorulması ayrı bir önem kazanıyor. Estetik arayış ya da bilimsel arayış olsun bu değişmez. Bir Güzelliğin Doğuşu, adlı notumda yazdığım bir şeyi burada belirtmekte fayda olabilir:

"Bir reji yaparken, yazı yazarken ya da bir sorunla başetmeye çalışırken çözüm için son derece saçma bir şey yaparım. Bu hareketimle başıma bir bela açarım ve o belayı çözmeye çalışırken ortaya çok güzel yaratılar çıkarırım: Çünkü Dünya'daki tüm güzellikler, bir sorunun tersten soruluşuna bulunan çözümlerden ibarettir." ***

Şu halde, öncelikle bulunduğumuz noktanın tahlili hayati bir mesele, biz hangi paradigmayla söz konusu olaya yaklaşıyoruz? Bunu tahlil etmekle paradigmamızla aramızda kuracağımız bu samimi ilişki, bizi tartışmaya, tartışarak gelişmeye çağırır. Herhangi bir tartışma ortamı ise fikirlerin meydana çıkmasını, belki de daha iyi bir ifadeyle, “herkesin malumu” haline gelmesine sebep olur.

PARADİGMA DEĞİŞTİRMENİN (DOLAYLI) KORUYUCU İŞLEVİ

Muhafazakarların sandığının aksine, şeffaflık/açıklık genellikle daha koruyucudur. Çünkü şeffaf ortamda yapılan tüm eylemler, herkesin gözü önünde gerçekleşecektir. Cürüm, gizliliğin olduğu ortamı sever, şefaf ortamda ise cürümler herkesin önünde gerçekleşir, hiçbir şeyin gizli kapaklı kalmayacağını bilen kişi, kendini daha çok kontrol etmek isteği içinde olacaktır.

Paradigma değiştirmenin, açıklığı koruyucu işlevi, bu şeffaflaştırıcı etkisinde yatar. Konulara değişik paradigmalardan bakıp zihni işletmek, hem bireyi, hem de toplumları koruyucu bir işlev kazanır.

Avlulardan, meydanlara; birebir ilişkilerden, toplumlar arası ilişkilere yayılan bir iletişim
ortamından tutun da; estetik soruların çözümü yahut yeni estetik veçhelerin ortaya çıkmasına kadar,
önce paradigmaların tahlili, sonra onları değiştirme kabiliyeti her zaman önemli bir olgu olarak
gözüküyor.

Koray Onur


* Elbette bilim de böyledir. Ayhan Çavdar'ın “Bilim iltifat gördüğü yerde olur ve bilim kültürden kültüre dolaşır. Hangi kültür bilime iltifat ediyorsa, bilim o kültüre gelip yerleşir.” deyişi bunu anlatır niteliktedir. (Kaynak: Bir Bilim Adamının Serüveni “Celal Şengör Kitabı”, Hazırlayan Sefa Kaplan, Türkiye İş Bankası Yayınları)
** Peki paradigma nedir? Paradigma, ağız birliği edilmiş bir mana barındırmıyor olsa da, en azından bu yazı bağlamında; yerleşik görüşler, önyargı yahut toplumsal bazı kodlar olarak alınmalıdır.
*** 15.06.2014 tarihinde yazdığım, şahsi notlarımdan.