Yeminle, bana benzemiyorsa.... |
İnsan’ın yüzde yetmişi sudur, deriz. Eh doğru, ama insan vücudunun içinde, demir bileşiklerinin hayati bir öneme sahip olduğunu söylediklerinde garipseriz. Vücudumuzdaki demirin, inşaatlarda kullandığımız demirden hiçbir farkı olmadığını anlamak isterseniz, kesitiğiniz anda refleksle ağzınıza götürdüğünüz parmağınızdaki kanın tadına dikkat edin derim (Refleks anında neden parmağımızı ağzımıza götürdüğümüz ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar zevkli).
Kalın bir tarifle, insanoğlunun yediği bir kaya olduğunu söylersem yine garipseyebilirsiniz. Ama tuz, insanın yediği bilinen, tek kayadır.
Sofralarımızın ayrılmaz parçası; “bunun tuzu eksik!” diye, uğruna kavgaların çıktığı; selülit gibi müthiş(!) yan etkilerine rağmen vazgeçemediğimiz tuz, sessiz sedasızbir şekilde hayatımızda yer kaplar.
Tuz, kokusu olmayan bir tat verici. Golü atmıyor ama golün pasını veriyor diyebiliriz. Bu yüzden tuz dünyanın en mütevazı şeyi, belki de. Sofra kaldırılıp, koca koca yemekler gittiği zaman o, sürekli masada yeri olan bir abide...
Virajı açıktan alıp, lafı ancak şimdi tuzun sembolizmi üzerine düşüncelerime getirmemin sebebi aslında, Kral Lear...
Burçak Yıldırım adlı izleyicimiz, bizim Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nda bu yıl koyulan Kral Lear hakkında bir yazı yazmış ve orada bir başka hikayeye atıfta bulunmuş. Yazının orjinali burada , ama hikayeyi alıntılayalım: “Kralın, kızlarının kendisini ne kadar sevdiğini anlamak için yaptığı tuz testi hikayesi çocuk aklımıza uydurulmuş belki de en güzel Kral Lear adaptasyonu. Kral Lear'ın sadık kızı Cordelia diğer tuz hikayesinde babasını tuz kadar seven karakterin ta kendisi. Kral kendini altınlar, pırlantalar yerine tuz tanesi kadar seven kızını evlatlıktan reddeder ve topraklarından sürer. Bu sürgünden sonra birgün yemeğini tuzsuz yemeyi dener ve lezzetsiz yemek onu öyle mutsuz kılar ki kızının ona olan sevgisi bir anda başına dank eder. Sevgi ve bağlılığı somut bir alana oturtamayan saf aklımız için, lezzetsiz yemek gibi gündelik bir sorun tahayyül sınırlarımızın içinde olduğundan, birçoğumuzun çocukluktan kalan hiç unutmadığı bir öykü bu.”
Aslında maddi olarak tuz, mücevher kadar olmasa da, tarihte pek değerli bir şey olmuştur. O kadar ki, bazı ülkelerde askerler maaşlarını tuz olarak almış; tuz vergileri konmuştur.
TUZ SEMBOLİZMİ
Yemeğe az koyarsak tat almayacağımız, çok koyarsak yemeği berbat edeceğimiz göz önüne alındığında, tuzun dengeyi temsil etmesi gayet normal. Evet, tuz, ezoterik çalışmalarda her zaman çok önemli bir simge olmuştur. Ezoterik bir çalışmanın en önemli öğelerinden biri olan denge, tuzla kendini simgeleştirmiştir.
PEKİ NEYİN DENGESİ?
Bir yemeğin tuzunun yeterli olup olmadığını neye göre belirliyoruz? Elbette ki kendi damak zevkimize göre. Yani tuzla simgelenen dengenin de, bireysel bir şey olması gerekiyor, ki zaten öyle. Ezoterik yapılarda tuz, ruh ve vücut arasındaki dengeyi simgeler. Metafizik bir ruha inanmıyorsanız psikoloji biliminin alanına giren konuyla, fiziki alanı dengeleyen simge olarak bakmanız mümkün tuza.
Bizim dayak ortamı pek böyle karizmatik değildi... |
Ben, kavga etmenin çok da garipsenmediği bir kültürde büyüdüm. Yumruk yumruğa kavganın, konuların çözümünde hiçbir faydası olmadığını öğrendikten sonra kavga, dövüş işlerini bıraktımsa da bazı raconları hatırlarım. Mesela, karşıdaki bizi ne kadar tahrik ederse etsin, eğer bizden fizik olarak güçsüzse onu dövmek olmazdı. Bizden güçlü olanla ise kavga etmek aptalca olacağından öyle bir durumda kaçmak, korkaklık sayılmazdı. Ben o zamanlar tuz sembolizmini bilmezdim, ama böyle bir dengeyi “dayak sembolizmi” üzerine kurmuşuz işte...