Elimde kitap bahçeye çıkarken, ayakkabılığın altına saklanan bir süleymancık gördüm (Süleymancığın ne olduğunu bilmeyenler 'google' layabilir). Evin hanımı Mülayim görse, saniyeler içinde kellesi gidecek. Tutamıyorum ki, dışarı salayım. Koyun sürer gibi kapıdışarı ediyorum kendilerini. Mülayim'den kurtulmuş olması neyse de, panikle kuyruğunun ucunu hediye bırakıyor bana. Ah süleymancık, diyorum. Mülayim olmasaydı da, şöyle evde bir dolaşıp, onun tenezzül dahi etmediği örümcekleri "halletseydin". Yoksa zaten eve benim "gül cemalim" için değil, istikakın için girmiştin, farkındayım.
Kitabın son altmış sayfasını, köydeki evin bahçesinde, karasineklerin tacizine rağmen bitirdim. Böyle bir tacize sadece iki şey dayanmamı sağlardı. A) Pırıl pırıl bir filtre kahve. B) Tomris Uyar gibi büyük bir yazar. Eh birincisi yanımdaki sehpada, ikincisi elimdeki kitapta olunca ben de tacizden zevk almaktan başka bir şey yapamadım.
Evet, karasinek... Köyde sivrisineklerle karasinekler arasında mesaili bir çalışma "vaka-i adiye"den. Gündüz kara, güneş gidince de sivrilikler dolu hayat. Kara sineklerin, kapkara havada ortamı terketmesi oldum olası garibime gitse de, işbölümüne müdahalem kısıtlı... Ama eve girip karalardan kurtulmak mümkünken, limonata gibi bir köy gününde bahçede kitap okumayı tercih etmişsem, katlanacağım.
Tabii, arada bir "büyük vızıltı"larıyla, yüzümün etrafında tanıdık bir arkadaşa bakıyormuş gibi keşfe çıkan arıları da anmamak olmaz. Ha soktu, ha sokacak gerilimiyle bölünüyor okuma zevkim. Ama tam şikayete niyetlenirken, Nasreddin Hoca geliyor aklıma: " Ballarını yediğine inandın da, uçtuklarına mı inanmıyorsun?". Rahatlıyorum.
Derkenar: Cevizler oluyor.
Seiton, Köteyli