1 Ağustos 2022 Pazartesi

FUTBOLUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ (BİR TAĞŞİŞ ÇAĞI)

Yaklaşık onbeş yıldır adımımı atmadığım halısahalara , Gönen’e gelince geri döndüm. Buradaki benden onbeş yaş küçük bir topluluk, bana bu fırsatı verdi. İyi de oldu, olgunluğumla sahada “az güç harca, çok iş yap.” felsefesini hayata geçirebiliyorum. 


Tabii uzun zamandır uzak kaldığınız bir ortamda olunca yeni trendleri daha iyi gözlemleme şansınız oluyor: Meğer instagramda sık sık kaşımıza çıkan, profesyonel futbolcuların topu üst direğe çarptırıp gelen topu tekrar tekrar direğe çarptırması, halısahalarımızda maçöncesi ısınma seanslarının bir parçası olmuş. 


Bu, basit bir durum gibi görünse de bence ilginç bir sosyolojik değişime işaret ediyor.


Bizim o gördüğümüz hareketleri futbolcular bir antreman, çoğu son derece sıkıcı, taktik çalışmalar ve en önemlisi her gün yaptıkları uzun süreli antremanlar arasında eğlenmek, biraz da kafalarını dağıtıp stresten uzaklaşmak için yapıyorlar. Yani “direğe top çarptırma challenge” bir yan ürün.


Ama gerçek profesyonellerin bu yan ürünü, bizim sahalarımızın ısınma zamanlarının tamamını kaplıyor. Attığı şutların gerçekten çok az bir kısmı kaleyi bulabilen halısaha oyuncuları, bu bölümü atlayıp “direk challenge” yapıyorlar. Çünkü onu yaparlarsa kendilerine ve diğerlerine iyi futbol oynadıklarını göstermiş olacaklar.


Tağşiş kelimesini duymuşsunuzdur: Tdk’da tağşiş, “Bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, katıştırma” olarak geçiyor. Daha çok gıda sektöründe yapılan bu uygulama, orijinal bir malzemeyi daha ucuz ama ona benzeyen bir maddeyle karıştırıp, maliyetini düşürerek, haksız kazanca sebep olmak için kullanılıyor. Ballara şeker şurubu ve aroma ekleyip “bal olmayan bir bal” elde etmek gibi…


Çağımız malesef gıdada değil, hayatta da bir “Tağşiş Çağı”.


Son derece sıradan olan hayatlarımızı, sıradan olmayan yaşantılarla karıştırarak sunuyoruz böylece insanlara çok iyi bir hayatımız olduğunu gösteriyoruz. Bunda da kullandığımız araç, Instagram, Facebook, Twitter gibi mecralar oluyor. 


Oysa hayatı yaşamayı atlayıp, sadece iyi taraflarını (hem de süsleyerek) sunduğumuz zaman, hayatı değil, onun görüntülerini yaşamışız demektir. Bu görüntüler ise tüm bir hayatı yaşadığımızda alacağımız takdiri bize sağlarsa vay halimize. Bu takdir bize yeter ve bir hayat yaşamanın anlamsızlığını görmezden gelmemiz an meselesi olur. 


Çocuğunu paylaşan anne, insanlar onu takdir ettiği zaman, çocuğu konusunda yükümlülüğünü bir kenara atıp sadece görünürlüğü üzerine kafa yormaya başlayabilir; sadece direk challenge yapan biri bunu yapmayı, gol atmaktan daha önemli sanabilir; kameranın gördüğü yeri düzenli tutan biri, başkaları görmediği sürece dağınık ve pis bir ömür geçirebilir?


Efendim? Zaten öyle bir zamanda mı yaşıyoruz? O yüzden Tağşiş Çağı, dedim ya…

7 Temmuz 2022 Perşembe

Her Yazdığımızı İnsanlar Okumalı mı?

 Neden yazıyoruz?


Yazının bulunmasında en önemli itkinin, ekonomik ilişkiler olduğu bilinir. Kimden ne kadar mal alındığının ya da kaşılığında ne yapıldığının kaydını tutmak için yumuşak kilden tabletler üzerine çivimsi ekipmanlarla işaretlemeler yapılıp sonra fırınlanması fikri, yazının gelişmesine sebep oldu.


Ama, ekonominin önemi kadar başka şeylerin de önemli olduğunun farkına varmış olan insan yazıyı, ülkeler arası anlaşmalarda, önemli bulduğu olayları başkalarına, belki de gelecek nesillere, aktarmak için de kullanmaya başladı. 


Yani diyebiliriz ki yazı bir iletişim şekli olduğu kadar bir saklama aracı da… İnsan kendi hayatıyla ilgili kayıtları yazı yoluyla tutabiliyor. Bu aynı zamanda kendiyle de bir iletişim yolu açıyor. Bir defterime not aldığım bir düşünce 20 yıl sonraki bana bir mesaj olabilir. Unutmuş olduğum bir düşüncemi bana tekrar hatırlatıp, bir hatayı yapmamı bile engelleyebilir. Bu açıdan bakıldığında her not, gelecekteki kendimize bir mektup niteliği taşır.


Yazının bu işlevini bildiğimden ve hatta önemsediğimden, çevremin, “Bu kadar yazıyorsun, bir kitap niye yayınlamıyorsun.” Demelerini önemsemem. Zira kitap çıkarmak, insanın kendi kendine yazdığı notlara benzemiyor. Nasıl evde tekbaşımıza otururkenki halimiz tavrımızla, insanların arasına çıktığımızda halimiz arasında bir fark varsa kendi kendimize yazdığımız şey ile insanlara sunacağımız şey arasında bir fark olmalı. Kendine has bir disiplini, özeni içermek zorunda. Yazdığımız şey bir hikaye, deneme, şiir ya da roman olsa da değişmez bu. Onu okuyacak kişilerin, yazdığımız şeyle ilgilenmek için bir sebebi olacak mı, onlara yeni bir şey sunacak mıyız, hoşça vakit geçirecekler mi gibi soruları sormak, yazarın en önemli sorumluluğudur. 


Konuşurken bağlamından kopuk, gereğinden fazla ve beynimizi taciz edercesine davrananlara geveze diyoruz. Bu yazdıklarımız için de geçerli. Yazı gevezesi olmamak çok önemli.


Ücreti mukabilinde kitapların basıldığı bu zamanlarda bu uyarıyı not düşmek gerekiyordu. Şimdi siz sağ, ben selamet…

21 Nisan 2022 Perşembe

AŞK İÇİN KİRLENMEK


Bir atölye düşünelim: Örneğin, bir demirci atölyesi olsun. Günümüzde yapılabilecek neredeyse tüm demir işlerini, bireylerin kendi ortamlarında yapması ile ilgili bir engel de yoktur artık. Gerekli aletler çok daha ulaşılabilir bir hale geldi. Bir işin nasıl yapılması gerektiğini öğrenme yollarına da ulaşmak son derece kolay. Neden bir atölyede iş yaptırmaya ihtiyacımız var?


İlk olarak şunu söyleyeyim, bir alanın sadece bir iş için ayrılması son derece güçlü bir şeydir. Biliyorum artık “multifunctional” ortamların çağındayız. Gelegelelim bu “her şeyi vadeden” alanlar hiçbir şey sağlayamıyor. Mesela sadece kahve sattığı iddiasındaki bir yer, artık küçük bir pastane alanına dönüşmüş durumda. Bu ahengin içine doğmuş insanlar hem iyi bir tatlı, hem de iyi bir kahve aldıklarını düşünebilirler ama bu, kategorik olarak mümkün değil. Dolayısıyla yediğiniz tatlı bir tatlıcıdan gelir, ancak bu şekilde iyi olabilir çünkü. Her şeyi aldığınız bir yerde her şeyin üretildiğini sanmak büyük bir yanılgı. Hepsinin ayrı atölyeleri var. 


İş, pistir. Hangisi olursa olsun, dağınıktır. Eğer her işi bir arada yapmaya kalkışırsak dağılmamız da kaçınılmaz olur. O yüzden her işin bir alana ihtiyacı vardır, kendi için ayrılmış, kirliliğine ve dağınıklığına açık bir alana… Her işi yapan biri olmak, dağılmayı da getirir.


Ama biz demircilik örneğimize dönelim. Demirci atölyesi, demircilik için ayrılmış bir alandır. O işi yapmak için insanları biraraya getirir ve bir ev ya da bahçede yaratamayacağınız bir ortam oluşturur. İnsan ortamla düşünür, ortamın atmosferine göre davranır, düşüncesi ortamın genişliği kadar geniş, darlığınca dardır. Burada genişlik ve darlık kavramlarını metrekare olarak değil, ortamın sağladığı olanaklar olarak söylüyorum.


Bir demircilik atölyesi, işin kirinden pasından, çapağından korkmayan bir ortamdır. Kirlenmek, işin doğasındandır ve kirden korkmamak, onun en büyük gücüdür. Sırf bu hal bile atölye ile bir evin bahçesi ve balkonu karşısında onu güçlü bir konuma yerleştirir. Atölye gücünü, elini taşın altına koymaktan doğacak sorunları ve kirlenmeyi göğüslemekten alır. Bir ev, iş için yapılmamış bir mekan olduğundan atölyede en küçük bir çapak olarak görülen şey, orada bir facia olarak görülür ki bu da son derece normaldir zaten.


Her iş kirlidir dedik. Aşk da, sevgi de bundan muaf bir iş değil ki? Aşk da, sevgi de pistir. Eğer onun için özel bir atölye hazırlamazsak, oluşacak kirle pasla mücadele etmek imkansızdır. Hijyen takıntılı zihnimizde bir aşk dağınıklığı, bir aşk kirliliği fazladan, uğraşılması gereksiz ya da ancak işin ehilleri tarafından yapılacak bir hale gelir. Onun kiriyle, pasıyla, dağınıklığıyla uğraşmak yerine zihnimizin evinden çıkartmayı tercih ederiz.


Hijyenik ama hep bir şeyin eksik olduğu zihin evimizde mutlu(!) yaşarız. İşi ustalara bırakarak…

6 Mart 2022 Pazar

KÜÇÜK OLANI NEDEN SEVERİZ?

                 "Her şeyin, küçüğü güzel!" 

            Tedirgin bir neşeyle, bir köpeğe ya da bir aslan yavrusuna söylenirken defalarca duymuşumdur bu lafzı. Bu söyleyişi betimlerken, "tedirgin" kelimesini neden kattığımı düşünebilirsiniz: Anlatayım:

            Normalde küçük olan bir şeyin, küçüğünü görmeyi aynı neşeyle karşılamayız. Bir topluiğnenin daha küçüğünün yapılmış olmamasının bir sebebi var. Küçük olması gereken sadece küçüktür. Onun vadetttiği de budur. Büyüyeceğine ya da ancak büyüdüğünde gerçek işlevine kavuşacağını vadetmez. Zaten biz bunu da beklemeyiz. Zira aslında şunu demek isteriz: İleride büyüyecek olan bu şeyin/canlının, şuandaki küçük hali çok sevimli!

            Demek ki mesele bir potansiyel meslesidir. Büyüdüğünde bir potansiyel vadetmeyecek şeyin/canlının küçüklüğü bizim için bir şey vadetmiyor. Bir aslan yavrusunun küçüklük hallerine bakınca onun ilerde olacağı canavarın daha ortaya çıkmamışlığı ve tabii olarak kontrol edilebilirliği bizi neşelendirir. Ama elbette çok yakın bir gelecekte çıkacak keskin diş ve pençelerin tedirginliğini üzerimizden atamayız

        Gerçi aynı sebeple,  tam da böylesi bir potansiyele sahip olan küçük, bize sempatik gelir. Gelecekte olacağı şeyi henüz olmamış olduğundan, onu teşekkür eder gibi severiz. Henüz canavar olmadan bize kendini sunduğu için müteşekkür oluruz.,

        Belki bu yüzden "büyümüş de küçülmüş." kabilinden çocukları gördüğümüzde içimizi bu türden bir neşe kaplamaz. Öyle ya, onlar zaten ileride olacakları şeyi gerçekleştirmiş görünürler. Bu bakımdan bize ilginç gelebilirler, ama sempatik, asla...

        Düşünüyorum da, insanın aşk hayatında da kendinden küçük olana ilgi duymasının bu kadar sık yaşanmasının altında yatan böyle bir sebep olabilir. Evet, genelde ezberden bir şekilde "İnsan kendini yaşlı hissedince, kendinden gençlere meyleder." şeklindeki söylemi boşa çıkaran bir görüş. Zaten böylesi bir fenomen, bu kadar kolayca açıklanmamalıydı değil mi?