Adamın çocuğu, çevresindeki arkadaşlarının çokluğu ile övünüyordu. Adam ise, ona, arkadaşın çokluğunun önemli olmadığını, güvenilirliğinin ve bağlarının sıkı olmasının önemli olduğunu anlatacak bir ders vermek istedi. Bir horozu kesip, çuvalın içine koyarak, çocuğuna verdi, “Şimdi git. Arkadaşlarının evinin kapısını çal, bakalım sana yardım edecekler mi?” dedi. Gerçekten de çocuk hangi arkadaşının evine giderse gitsin, sırtındaki kanlı çuvalı gören, kapıyı yüzüne kapatıyordu. Çocuk dönüp babasına, “Haklıymışsın baba, benim dostum yokmuş.” dedi. Adam “Daha bitmedi.” diye cevap verdi. “Şimdi al çuvalı sırtına, şurada falancaya git, benim selamımı söyle.”
Çocuk babasının dediğini yaptı. Kapıyı açan kişiye babasının selamını söyleyince, adam etrafı kolaçan ettikten sonra, “Gir içeriye!” dedi. Evinin bahçesine bir çukur kazdı, çuvalı gömdükten sonra da çukur belli olmasın diye, üzerine soğan ekti.
Çocuk müthiş bir duyguyla basının yanına gitti, olanları anlattı. Babasını dinlemediği için özürler diledi ve gerçek arkadaşlığı bulmaya çalışacağını söyledi. Babası, oğluna “Daha bitmedi, şimdi git tekrar. Kapıyı açınca ona benim selamımı söyle ve bir tokat at.” Durum çocuğa ne kadar inanılma gelse de, babasına güvenip gitti, adam kapıyı açar açmaz, suratına tokadı indirdi ve “Babamın selamı var.” dedi. Adamcağız ne olduğunu şaşırdı, sinirden alı al moru mor oldu... Kendini toparlamaya çalışarak çocuğa şöyle dedi “Git babana söyle, biz dostumuzu, bir soğan tarlasına satmayız!”
Bu hikayenin gücünü aldığı nokta ilginç gelmiştir bana... Çünkü, arkadaşlığın gereği olarak , bir suçu gizlemenin doğru olduğunu anlatır. Üstelik etkiler de... Ben bu hikayeyi her zaman anlatırım ve insanların yüzündeki, o, duygulanmış, etkilenmiş ifadeyi görürüm. Bunu anlattığım kişiler, soğan tarlasının sahibini garipsemek şöyle dursun, ona faziletli bir insana duydukları hayranlığı duyarlar.
Sonra gerçekte ne olduğunu anlatırım. Yani bir suçu gizlemek doğru mudur? Ortada bir cinayet varsa, o zanlıya yardım mı etmelidir? Zira hukuk, bu konuda gayet açıktır. Katil, bir suçludur ve ona yardımcı olmak bir erdem değil, suça ortak olmaktır.
Bu soruları tartışmaya başladığımda da her zaman aynı şey olur. Bu sefer, demin hayranlık duydukları kahramanımız bir suçlu olarak görülmeye başlanır ve bunda fikir birliğine de varılır.
Fatmagül Berktay'ın, Antigone'de Adalet (Dike) ve Kibir (Hubris)** adlı yazısında, Kreon ve Antigone hakkında yaptığı, özellikle İki Ahlak ve Adalet Anlayışı, bölümündeki fikirleri, aklıma işte yukarıdakileri getirdi: Öyle ya, Berktay'ın yazısında da belirttiği “Kreon'un simgelediği insan yapısı kural ve yasalar ile Antigone'nin simgelediği yazılı olmayan, Tanrısal (yazısız, doğal) ahlakın adaleti.” arasında bizler, topluluklar, toplumlar, ülkeler kalmakta. Adalet ülküsü arayışındaki hukukun, sürekli kendini güncelleyen yapısı da bu dengelerin ve değerlerin, zamandan zamana; mekandan mekana değişiklik göstermesinden kaynaklanıyor.
Yukardaki hikayeyi anlattırken beni dinleyen insanların da bocalaması, onların yazılı ile yazısız kanunların arasında kalmasından başka bir şey değil.
Söylenceye göre, Konfüçyus'a, bir Avrupalı, “Bizde bir baba cinayet işlese, oğlu onun alehinde mahkemede şahitlik eder.” diyerek, hukuk sistemlerine olan güveni dile getirince, Konfüçyus, “Biz böyle bir şey yapmaktan utanç duyarız.” diyerek, Antigone ile Kreon'da simgelenen ikileme bir taş daha ekliyordu.
IN DIVERSITATE
Fatmagül Berktay'ın, ta kendisi... |
İkibinli yılların başında UNESCO'nun “Kültür Vasıtasıyla Ulaşmak ve Çeşitliliği Kutlamak” sloganlı bir kampanyası vardı. Bu “janjanlı” sloganı beğeniyor ve benimsiyordum, ama bir eksiklik vardı. Sonradan üzerine düşünmeyi dahi unuttuğum bu konu, Fatmagül Berktay'ın, Sahiplenici Bireyden, Düşünen Yurtdaşa*** adlı yazısında, UNİVERSITAS, IN DIVERSITATE bölümünü okurken, öğrendiğim in diversitate kavramıyla aklıma yeniden düşüverdi. Latincede, çeşitlilik içinde birlik demek olan in diversitate, bana UNESCO'nun sloganında rahatsızlık veren şeyi buldurdu. Sözkonusu slogan, tüm güzelliğine rağmen, birlik duygusuna vurgu yapmıyordu. In Dıversitate, eksikti.
Politika okumanın, üzerine düşünmenin birleştiriciliği, tüm bunları gözönünde bulundurunca, ister istemez, ortaya çıkıyor. “Düşünen Yurttaş” olma yolunda talepkar olmanın kuşkusuz önemi büyük, ama bunu belli bir dizgeyi kurarak yapmak, en azından sağduyunun gereği değil midir? Siyaset eğitimi, belki de en önemli işlevini, bu dizgeyi yaratarak görüyor.
Birleşmenin, asimilasyondan değil, bilakis, kendini iyi şekilde ifade etmekten geçtiğini biliriz bilmesine, ama zor olaran da zaten kendini ifade etmenin öğrenilmesi... Kendi, eleştirel, duygusal ve iradi varoluşunu oluşturmak çok çetrefilli, yokuşlu bir yol. Öyle ki, çoğu insan bu yolu yürümek yerine, onlar yerine düşünen bir “Baş”; yolu onun yerine gözleyecek bir “Bakan” yaratmakta son derece kabiliyetli.
Eğer birey, eleştirel, bilinçli, düşünceli, sorumluluk sahibi olsaydı ne “Baş”, ne “Bakan”, ne de “Başbakan” bir sorun teşkil etmezdi. Oysa o teşkilat, bir bilinçten değil, bilinçsizlikten müteşekkil, çoğu zaman.
Demek ki siyaseti anlamak, hayatı anlamak çabasının, felsefe ve sanatla birlikte en önemli uğraşı. Nermi Uygur'un isabetle ifade ettiği gibi, “ Önünde sonunda başka-sevgisine yönelmeyen eğitim; bir yerden sonra kof bir tınlamadır.”**** ve bu koflaşmayla savaşmada başat kavram, “In Diversitate” olsa gerek.
Soğan tarlasından etkilenip, hukuka da inanan çeşitliliğin, iradesi ve fikri özgür insanlarca tartışıldığı bir Dünya, siyaset sanatıyla mümkün.
Koray ONUR
*Latince, çeşitlilik içinde birlik.
** Fatmagül Berktay, Politikanın Çağrısı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012
*** Fatmagül Berktay, Politikanın Çağrısı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012
**** Nermi Uygur, Denemeci, YKY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder