23 Haziran 2010 Çarşamba

"Pina Bausch'un istanbul'u" Nefes'in, Düşündürdükleri


Geçtiğimiz haziran sonsuzluğa uğurladığımız, dans tiyatrosunda devrim yapmış bir koreograf Pina Bausch, sahne insanlarının kalıcı olmadığına dair tezlere rağmen hala hayatımızda...

Sağlığında izleyemediğim, İstanbul için hazırladığı Nefes adlı gösterisini izleme fırsatını dün buldum. İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri arasında en prestijli ve anlamlılarından biri olduğu kuşku götürmeyecek bu gösterinin organizatörleri arasında yer alan Burak Çalıcıoğlu'nun misafirperverliği eşliğinde izlediğimiz gösteri bugün ve yarın (23-24 Haziran 2010) saat, 20:00'de, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde izlenebilir.

Sanatın her alanının kendine ait bir dili vardır. O dilin içine girdikçe, ondan zevk alma oranımız artar. Sanat zevkimiz, daha karmaşık; "Doğrudan anlatımlar"dan ziyade, atıflara ve hayalgücünü tetikleyici simgelere doğru evrilmeye başlar.

Söze dayalı olmayan sanat türlerinde (dans, resim, fotoğraf, heykel, enstrumantal müzik türleri vb.) seyircinin bu çabası biraz daha fazla olmalıdır ama çözümleme ve sanatın bu keşfe açık olan tarafı, büyük bir zevk barındırır.

Bir karadeniz folklor ekibini ya da bir hip-hop dans gösterisini izlerken, bunun ne anlama geldiğini sorgulamaz, hareketlerin çözümlemelerine girişmez, "acaba şu hareket ne anlamda yapılıyor, bunun entelektüel atfı nerede ki?" soruları kendimize ya da yanımızdakine sormayız. Ondan sadece bir haz alırız, nedenini araştırmadan ve üzerine düşünmeden...

Oysa ne zaman bir modern dans gösterisi izlesek, kafamızda hemen bu tür araştırmalar, sorular çakmaya başlar. Peki, alacağımız hazzın önüne geçecek kadar gerekli midir bu çaba?

Şahsi fikrim, önce haz duymak için izlenmelidir, bir sanat yapıtına hep bu öncelikle yaklaşılmalıdır. Ama o yapıtın altmetinlerini gözardı etmek gerek demiyorum. Sadece, "ben bunu anlayamam, bu kitap çok ağır okuyamam, bu resim abidik gubidik şekillerden oluşuyor, ben sergiye gitmeyeyim." demek yerine, sanatın derin sularına kendinizi bırakın demek istiyorum.

Pina Bausch'un bu konuyla ilgilendiğini sanmıyorum: Zira o, herkesin bir haz alabileceği eserleri ortaya koymakta o kadar başarılıdır ki...

Dün izlediğimiz gösteride de durum buydu. İlk günün şerefine düzenlenen resepsiyonda, konudan anlamadığı iddiasında olan insanlarla kendimizi içinde bulduğumuz "sanatsal" sohbet, bunun ispatıydı aslında. Bilmem benimle sohbet edenler bunu farkettiler mi?

Farkedilmemiş olabilir. Ama Pina Bausch'un, ışıklar içinde bize bakıp muzip bir ifadeyle gülümsediğine eminim.

22 Haziran 2010 Salı

UMUT KIRAN YANSIMALAR yahut BİR YAZARIN SESLENİŞİ

Kısa, rahat anlaşılır, anlatmak istediğini net bir şekilde ortaya koyan; hasılı, gevezelik etmeyen konuşmacıyı da, yazarı da seviyorum. Kafasındakileri netleştirmiş, katılsak da, katılmasak da, söyledikleriyle bizi düşünmeye sevk eden insanlardır bunlar.

Ferruh Sidar'ı, önceden hiç tanımazdım. Hala da çok tanıdığım bir yazardır diyemem, ama bende yukarda anlattığım türde bir yazar intibaı oluşturduğunu söyleyebilirim. Umut Kıran Yansımalar adıyla, kendi olanaklarıyla bastırılmış gibi gözüken bir deneme kitabı elime geçti. Başladığım gibi, bir deneme, bir deneme daha derken kitabın sonuna geliverdim. Zaten bu tür yazarların ortak bir özelliği de, bir solukta okunabilmeleridir.

Politika, sanat, demokrasi, hüzün, aşk gibi evrensel konuları ele alırken, kişisel bakışını her zerresinde hissettirdiği bu denemelere bir şekilde ulaşmış olmayı kendime şans adlediyorum. Ama insan, nice böyle değerli yazar ve düşünce insanının, henüz bizlere ulaşamadan sönüp gittiğini düşünmeden edemiyor. Umut Kıran Yansımalar ise, bu yönüyle umut veriyor bizlere.

Ferruh Sidar, fikirlerini açıklarken doğruyu arayan, onları, kimsenin hoşuna gitmeye çalışmadan, ağırbaşlılıkla aktarmaya çalışan bir yazar olarak gözüküyor.

Umut Kıran Yansımalar, özellikle şu tarihlerde okunması gereken çalışmalardan biri.

20 Haziran 2010 Pazar

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE


Özgürlük, öyle her iki lafın arasında söylenecek, ulufe gibi dağıtılabilecek bir şey değil. Bir kere özgürlük verdiğiniz kişi;

Tembel olmayacak: Eğer tembel birine özgürlük verirseniz, bunu, kendini geliştirmek için değil, "kendini dinlendirecek" hem de bitmek tükenmek bilmeyecek bir "dinlence" için fırsat olarak görecektir.

Açgözlü olmayacak: Bu insanlar özgürlüğü bir suistimal fırsatı olarak görüp, her türlü özgürlüğü kendine yontarak, kendi sınırlarını ve duvarlarını inşa eder.

Kompleksli olmayacak: Kendini ifade etme konusunda kompleksli, çevresinden aldığı onaylar yetersiz biri, sizin olgunlukla verdiğiniz özgürlüğü egosunu doyurmak için kullanacaktır.

Nezaket yoksunu olmayacak: Nezaketsiz biri, verilen özgürlüğü hoyratça kullanır ve ucunun nereye dokunduğunu düşünmez. Böyle biri, kurallara uygun olduğu halde, nezaketsiz davranmayı, özgürlüğünün ona tanıdığı bir hak olarak savunur.

Bunlar dışında, özgürlük verilebilecek kişinin özellikleri arasında, ağırbaşlılık, cömertlik, eğitimli olmak, uyanık/uyanmış olmak, geniş bakış açısı vb. birçok özellik, sayılabilir, yukarıda açıkladıklarım sadece örnek olarak koyduğum şeyler. Zira, tüm özellikleri açıklamak için ne benim bilgim, ne de sayfalar yeter.

Özgür olmak, kafanın rahat etmesi değil, kafanın sürekli meşgul olmasıdır. Özgürlük, bir son nokta değil, bir arayıştır ve sürekli olarak gelişip ilerler, büyür ya da gerileyip küçülür. Yaşayan, aktif bir kavramdır.

Özgürlük, büyük bir güçtür. Diğer büyük güçler gibi tartmadan, ölçülüp biçilmeden, ehil olmayan kişiye, iyi niyetle de olsa, verildiğinde korkunç sonuçlar doğabilir ve kaş yapayım derken göz çıkar: Bir yaşındaki çocukların ateşle oynaması kanunlarla yasaklanmamıştır. Bu çocuklar ve aileleri hakkında "3 ay ile 3 yıl arasında değişen hapis istemiyle" davalar açılmaz, ama bu özgürlüğü illa kullanacağız, diye çocukların eline kibrit ve benzin tutuşturmuyoruz. Ne zaman ki bu çocuk büyüyecek; el becerilerine hakim olacak (yetenek); ateşin zararlarını öğrenmiş olacak (bilgi); çıkacak bir yangının sadece kendini değil çevresini de etkileyeceğini düşünebilecek (nezaket) vb. ancak o zaman bu kişi "Ehil" olmuş denebilir ve kendine soyut bir "Ehliyet" verilebilir.

Toplumlar da aynen böyledir. Ama, hiçbir kanun koyucunun ya da devletin "Bunlar ehil değil, o yüzden şu yasaktır." deme hakkı yoktur. Bu organlar, toplumun ehil olması için gerekli altyapıyı sağlamak zorundadır. Gelişme denilen şey, özgürlüğün geliştirici yönü de bundan başka bir şey değildir zaten.

Yasaklara karşıyım derken, bir başıboşluk önermiyorum. Bir bilinç düzeyi öneriyorum.

15 Haziran 2010 Salı

HAYATA BİR YUMRUK


Çocukken de, yaşıtlarıma göre iriydim. Arkadaşlarımın, korkusunu, pek de bana bulaşmak istemediklerini hissederdim. Çocukluk ya, zaman zaman bunu kendi hesabıma kullandığım da olurdu.

Yine de, ne zaman oyun amaçlı ya da ciddi bir şekilde biriyle kapışacak olsam, yumruklarımı kullanmazdım. Karşımdakine tokat, çelme ve güreşimsi hareketlerle girişirdim. Bunun tek sebebi, insanlara yumruk attığımda, özellikle yüzlerine yumruk attığımda öleceklerini sanmamdı. Bu, arkadaşlarımın "Koray adamı bir vuruşta gebertir valla!" demelerinin mecazi anlamı dışında, gerçek anlamına inanmamdan kaynaklanırdı. onlar böyle söyledikleri için ben de kimseyi öldürmemek, katil olmamak için yumruk kullanmadım.

Ne zaman, suratıma esaslı bir yumruk yedim, işte o zaman anladım ki, insan çabucak ölmüyor. Bu tecrübe sonrası ne zaman kendimi savunmam gerekse yumruklarımı kullanmaktan geri durmadım.

Çevremde bir sürü insan görüyorum: Dertleri, tasaları, kafalarına taktıkları irili ufaklı bir sürü şey... Biri sevgilisinden, biri patronundan, öteki de ebeveynlerinden şikayetçi...

Ama hiç konuşulmuyor, diyalog kurulmuyor, hem de kötü bir niyetle yapılmıyor bu, tek sebep "Ya, bunu söylersem karşımdaki üzülür, kırılır, darılır..." oluyor. Böyle düşündükleri için insanlar kendilerine acı çektiriyor.

Ama hayat ve o hayatı oluşturan çevremiz bu kadar kırılgan değil. Bir şeyleri düzeltmek, çevremizdekileri, yaşadığımız hayatı iyileştirmek için bir yumruk iyi gelebilir. Bunu yapın, kimsenin, bazı şeyleri kaldırmakta sandığınız kadar zorlanmadığını göreceksiniz.

Hayata bir yumruk: Düzeltmek ve kararlı durabilmek için gerekiyor bazen. Söyleyeceğinizi cesurca ama karşıdakinin kaldırabileceği ölçüyü tutturarak söylemek, onu iyi değerlendirmiş olmaktan geçer. Bu dahi, birçok ilişkide insanların, karşılarındakine vermekten imtina ettikleri türden bir emektir. Bundan korkmayın. Bu hayatı taşıyorsunuz, onu siz yaratıp kurguladınız, çevrenizdekilerin bir çoğunu sizler belirlediniz. Hangi yumruğu, nasıl atacağınızı sizden iyi kimse bilemez.

Vurun!

11 Haziran 2010 Cuma

YILAN SEMBOLİZMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Yılan, birçok toplumda önemli bir simge olarak gözüküyor. Yılan (hem zehri ile), ölümü; hem de (içinde barındırdığı panzehir ile) yaşamı ve onun iyileştirici yönünü temsil eder. Tıpta simge olarak kullanılmasının nedenlerinden biri budur. Yani yılan simgesiyle, yaşamın ve ölümün bir bedende toplanmış olduğunu düşünebiliriz. yoksa şifalı bir bitki de, yılan yerine bir simge olabilirdi, ancak tek başına eksik kalırdı. Yılan simgesiyle anlatılmak istenen, aynı zamanda, "Hastanın iyi olması yine hastanın kendisine bağlıdır, esas iyileştirici güç onun içindedir. Biz ne yaparsak yapalım, önce hastanın iyileşmeyi istemesi gereklidir." noktasıdır.


Birbirine dolanmış olarak çok sayıda yılan tasviri bulunuyor: bu durumdaki yılanlar çiftleşme pozisyonunda demektir ve bu da bereketi simgeler, zaten hayat döngüsünün simgesi de ouroboros adı verilen ve kendi kuyruğunu yutan yılanla ortaya konmuştur.

Çiftleşme durumundaki yılan figürüne dönersek, bu, doğanın şifalı türlerinin, yine şifalı türlerle birleşmekle etkisinin artacağına işaret eden bir simgedir.

Ayrıca yılan, kovuklarda yaşayan, fakat hangi türü olursa olsun, yüzebilen, rahatlıkla tırmanabilen çok güçlü bir hayvandır. Bir çok işi başarabilen, aşkınlığın simgesi olan bir canlıdır. Tek eksik kalan yönü uçmaktır diyebiliriz. Ama kadim bilgelik bu hayvanı uçabilen ve dolayısıyla başka bir aşkınlık simgesi olan kuş ile birleştirerek, mitlere sokmuş, adına ejderha ya da dragon demiştir.