23 Aralık 2009 Çarşamba

ALİ TAYGUN ÖLDÜ

Tanıdıklar, "Onun arkasından bir şeyler yaz." diyor...

Halbuki, hislerimi, acımı yazabileceğim o alfabe henüz icat edilmedi.

23 Eylül 2009 Çarşamba

SAKİNLİK, TÜRKÇE'DE OLMAYAN BİR SÖZCÜK

Türkçe'ye uydurularak geçmiş bir sözcük. Böyle bir sözcük yoktur desek yeridir.

Eğer sakinlik dediğimizde, sakinlerin konulduğu bir kaptan sözediyorsak doğru olabilir. Ancak bu sözcük yine dilimizde tam karşılığı olan ve doğru kullanımı olan sükunet kelimesi yerine kullanılıyor.

Sükunet, sakinden türemiştir. Tam karşılığı "sakin olan"dır. İlla, "Ben Osmanlıca falan sevmem hacı, olmaz öyle, hem çok gerici görünüyor" gibi takıntılarınız varsa kötü haber, sakin olmak deseniz bile kökü itibariyle istediğiniz Ural-Altay Türkçe'sini ve muhasır medeniyet seviyesini yakalayamazsınız.

Şu halde:
Sakin: Sakin olan kişi.
Müsekkin: Sakinleştirici, sakinleştiren.
Sükunet: Sakin olma durumu.

Olarak karşımıza çıkıyor. Haydi hayrını görün.


9 Eylül 2009 Çarşamba

Çöplüğün Generali, Bir Oya Baydar Romanı


Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu bir kitap tanıtımı ya da bir eleştiri değil. Sadece romanı okudum ve okurken bir yandan notlar aldım. Sadece, bu notların biraz derlenip toplanmış hali. Bunları paylaşmak istiyorum.

Daha önce Oya Baydar'ı okumamıştım. Benim için, Türk Romanı'nın ve Türk Solu'nun dikkate değer isimlerinden biri olmuştur. Bir de, geçtiğimiz günlerde Taraf Gazetesi'ndeki köşesinden, yine aynı gazetenin genel yayın yönetmeni olan Ahmet Altan'a kızdığı için (şimdi olayı burada anmak gereksiz) istifa ettiğini biliyorum.

Yeni açılan ve bence gelecek vadeden (benim www.yazar.com'daki zamanında yaptığımız çalışmalara da benzediğinden sempati duyduğum) bir site olan www.sabitfikir.com'da, oya Baydar'la bu roman hakkındaki röportajı dinledikten sonra hemen alıp okumak, ihmal ettiğim bu yazarla tanışmak istedim.

Çöplüğün Generali, içinde bitmemiş bir romanı da barındıran, roman içinde roman tekniğiyle yazılmış. Bu bitmemiş roman, bütün eserin ilk bölümünü (yarısından fazlasını) oluşturuyor. Her yerinde bombaların ve mermilerin gömülü olduğu ülkeden, birbirini takip eden bazı patlama ve bu patlamalara ucundan kıyısından bulaşmış insanların başına gelenleri anlatan, bölümlerden oluşan bir hikayesi var.

Bu ilk bölümün, iyi olmadığını düşünüyorum. Yani romanın asıl kahramanını etkileyen bu roman beni etkilemedi. Hem de, şu Ergenekon Davası kapsamında bulunan silahları her akşam haberlerde izliyor olmama rağmen, etkilemedi. Etkilemedi çünkü, hikayelerin nasıl biteceğini daha ilk baştan biliyoruz, ve bu sonunu bildiğimiz hikayedeki karakterler de, öyle bizim ilgimizi çekebilecek ilginçlikte değil. Bunlar, enteranlık barındırmayan, alelade hikayeler olmuş.

Kitabın ikinci bölümünde ise ne bir polisiyedeki heyecan, ne de klasik bir romandaki derinlik var. Raslantı eseri, Eski Şehir'den kalma çöplüğü bulan ve orasıyla ilgili araştırma yaparken başından geçenleri anlatan bir bilim adamını anlatıyor bölüm. Zaten romanın asıl karakteri de, adamımız.

Romanın kahramanları ve bunların aralarındaki ilişkiler malesef bir romanda görmek isteyeceğimiz derinlikte olmadığından okurken doyurmuyor. Olaylar da bu "üstünkörü" geçişten nasibini almış zaten.

Yazarın röportajında da söylediği gibi "Gerçek olaylar, kurgu olaylardan daha aşırı, daha az inandırıcı geliyor insanlara" fikrine katılıyorum. Ama bu mottoyu romanda o kadar sık tekrarlıyor ki, "Yeter yahu! Anladık!" diyesi geliyor insanın. Bir şey, bazen okuyucuya küçük küçük verilmeli, gözümüze sokulması insanda aptal yerine konuluyormuşuz hissi yaratıyor.

Roman, belli ki, Ergenekon Davası'ndan etkilenmiş bir yazarın kaleminden çıkmış. roman boyunca bu davaya ilişkin direk temaslardan kaçınılmış olmasını ise takdir ediyorum.

Çöplüğün Generali'nin insana çok zevk veren bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki, yazarın kendisinin de ifade ettiği gibi, "Kurgusu düz." bir roman olmasından, belki söylemek istediği şeyin çok derinlikli işlenmemiş olmasından... Ancak Çöplüğün Generali, insanlara tavsiye edebileceğim bir roman değil.

Koray Onur


2 Eylül 2009 Çarşamba

DOĞURTMA YÖNTEMİ

Sokrates'in, eğitimleri sırasında geliştirdiği ve ebe olan annesinden esinlenerek adını koyduğu yöntem. İnsanın, aslında sandığından daha çok şeyi bildiğini varsayarak onun üstüne gider, ve bir şeyin cevabını hocanın söylemesi yerine öğrenciye söyletmesi üzerine kuruludur. Basit bir örnek verelim ki, en güzel bir şekilde anlaşılsın değil mi?

Örnek:

Öğrenci : mozart'ın çok meşhur bir çocuk şarkısı varmış, ama ben bilmiyorum, nedir?

Hoca: aslında biliyorsun, sadece bildiğinin farkında değilsin.

Öğrenci: biliyor muyum?

Hoca: evet. seni doğuran kişiye ne diyoruz?

Öğrenci: anne.

Hoca: annenden ilk ne zaman ayrıldın, mecbur olarak, ama bu ayrılıktan annen de baya mutluydu, senin oraya gidersen eğitim görüp başarılı olacağına inanıyordu.

Öğrenci: okuldan sözediyorsunuz sanırım.

Hoca: kesinlikle. işte bu şarkıyı okula başladığın ilk günlerde öğrettiler size.

Öğrenci: "daha dün annemizin, kollarında yaşarken" mi bu şarkı?

Gördüğünüz gibi, hoca cevabı direk söylemedi, öğrenciyle daha çok mesai harcayarak, doğru cevabı ona buldurdu (doğurttu), bu noktada tam bir ebe gibi yönlendirdi sadece. Bu şekilde öğrenilen bilginin, öğrencinin kafasında daha kalıcı olduğu bir çok kere ispatlanmıştır.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Suzan Kardeş'in Makyaj Odası Adlı Albümü Üzerine Bir Küçük Deneme


Gayet küçük bir çevrede de olsa, bu albümün çok konuşulduğunu ve beğenildiğini farkettim ve bir dostumun sayesinde de edinerek dinleme fırsatı buldum. Ancak karşıma öyle bir albüm çıktı ki, elime kağıdı kalemi almaktan kendimi alıkoyamadım.


Asıl işi şarkı olmadığı halde, şarkı söyleyen kişiler tiyatrocu, iş adamı, futbolcu vs. bir albüm çıkardıklarında bunun ilgi çekmesi normaldir. İnsanlar, "bakalım nasıl söylemişler?" diye düşünür ve sevdikleri bu kişinin bir de şarkı söyledikleri fikriyle kendilerini ona daha yakın hissederler. Dünya'nın çeşitli yerlerinde çok sayıda bu tarz çalışmalar da vardır.


Ancak gözden kaçırılan bir nokta var: Böyle bir albüm, sadece ünlüler ve gerçek işleri bu değil fikriyle, bir müzisyenin çıkarttığı albümden daha az sorumluluğa sahip değildir. Bilakis, asıl işi müzik olmayanların müzik yaparken daha dikkatli olması ve müziğin anlatmak istediği şeye, müzikseverlerin beklentilerine karşı daha bir hassas olmaları gerekir. Burada insanın duşta şarkı söylemesinden ya da meyhanede ağzına mikrofon dayanmasından değil, bir albüm çıkartım bunu para karşılığı satmaktan sözediyorsak, albüm sahibinden beklenen budur.


Her yorumcuyu ve parçayı kısa kısa ele aldım. Buyrun okuyun, fırsatınız olursa, söyleyen kişiye duyduğunuz hayranlığı (çünkü bir çok isim hakikaten mesleklerinde hayranlık uyandırmış kişiler) bir kenara koyup dinleyin ve kararı siz verin.


Cem Yılmaz -Ah Bu Gönül Şarkıları: Bu şarkıyı söyleyen Cem Yılmaz'mı diye soranlar oluyor. Elbette bu çok anlaşılamıyor. Ama bu Cem Yılmaz'ın şarkı söylerken, o komik çocuk imajından sıyrılabilmiş olmasından değil, şarkıda sesini zar zor duyuyor olmamızdan kaynaklanıyor bence.


Demet Akbağ -Cayuriye: Albümdeki en aklı başında yorumlardan. Bu şarkıyı Demet Akbağ'ın teatral bir tarzda söylemiş olması zekice. Zira kötü bir müzisyen taklidi olmaktansa, ortalama bir şarkı söyleyen oyuncu olmayı tercih etmiş olması, onu diğer "albümdaşlarından" ayırıyor. Tarzını gayet doğru bir şekilde belirlemiş.


Erkan Can -Kuçelere Su Serpmişem: Erkan Can'ın, bu gayet resitatif parçayı söylerken bile, kötü bir sesi olduğunu anlamış bulunuyoruz.


Fikret Kuşkan-Pikmaspari: Enteresan bir deneme olduğunu söyleyebileceğim bu parçada Fikret Kuşkan'da fena değil. Ama bu parçayla ilgili bir fikrime Meltem Cumbul'un parçasıyla ilgili söylediklerimde döneceğim.


Güven Kıraç - Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş: Bu şarkıyı söylerken yapılan genel hatalardan biri "Bir zamanlar bende deli gibi sevdim." diye başlayan bölümün çok dik seslere çıkmasından dolayı yorumcunun şarkının başında çok peslere inmesidir. Malesef bu parçayı söylemek için, ses aralığınızın parçaya çok uygun bir yerde olması gerekir ki, hem ilk bölümdeki pesler hem de ortalardaki tizler güzel anlaşılsın. Güven Kıraç bu hataya düşmüş. Onu uyaracak birilerinin etrafta olmadığını varsayıyoruz. Ancak yine de vasat diyebileceğimiz bu yorum, zaten meyhane masalarında harap edilmiş bir parçanın tekrar ısıtılıp getirilmesinden başka bir şey değil.


Halil Ergün - Kızmızı Gülün Ali Var: Bir şarkıya nefesin yetmemesinin ne olduğunu biliyor musunuz? Bilmiyorsanız bu şarkıya "Şarkıda nefes nasıl yetmez." örneği olarak bakabilirsiniz.


Haluk Bilginer - Sen De Başını Alıp Gitme Ne Olur: Haluk Bilginer parçanın ruhunu yakalamayı başarmış sırf bu içten söyleyişiyle bile işin büyük kısmını halletmiş.


Meltem Cumbul - Beyaz Giyme Söz Olur: Fikret Kuşkan'ın söylediği Pikmaspari adlı ninniyi Meltem Cumbul söyleseydi en azından o şirin(!) ve yapmacık olmayan(!) sesle daha iyi bir iş çıkardı.


Nejat İşler - Hancı: Siz de ritm ve solistin senkronize gitmediğini farkettiniz mi acaba? Bariz yahu. Bir sanatsal üretinin eski ve daha iyi versiyonlarıyla kıyaslanmasını sevmiyorum. Ama zaten burada Tanju Okan ve Ajda Pekkan'ın düet versiyonunu ansam bu bir kıyaslama olmaz zira kıyas bile yapamayız ki Nejat İşler, Suzan Kardeş düetini, o akadar kötü. Bu parça bana, sadece, kulağımdaki pası silmek için tanju Okan ve Ajda Pekkan'ı bir kere daha dinlememi hatırlatmaktan başka bir işe yaramadı. Albümün en iddialı ve en kötü parçalarından.


Olgun Şimşek - Ellerim Bomboş: Popstar Alaturka yarışmasına çıkmış ve ilk turlarda eleneceği belli olan bir yağız anadolu delikanlısı gibi söylemiş parçayı. Arabesk yorumun bütün kötü trikleriyle bezenmiş bu parçası kötü, gayet kötü.


Oya Başar - Dom Dom Kurşunu: Böyle iddialı bir türlü ancak bu kadar düz ve ruhsuz söylenebilirdi. Müzikal altyapıda bir modern hava estirmeye çalışmışlarsa da bütün albümde olduğu gibi, bu parçada da altyapı o kadar kötü ki... Sevtap Parman, Que Sera Sera'ya ne kadar yabancıysa, Oya Başar da Dom Dom Kurşunu'na o kadar yabancı.


Özgü Namal - Saoroma: Eğer şarkı sırasında kendisinin sesini duysaydım bir şeyler söyleyebilirdim, yorumu hakkında. Bir albümde yer almak için meşhur olmak yanında en azından sesini duyurabilecek bir ses gücü gerektiğini biri bu kıza söylemeli.


Şebnem Sönmez - Yovano Yovanke: Yorumu hiç fena değil. En azından içten bir söyleyişi var. Zorlanmadan sonuna kadar dinleyebildiğim parçalardan biri oldu.


Sezen Aksu - Eğreti Gelin: Sezen Aksu'dan beklendiği gibi iyi ve ruh dolu bir söyleyiş. Ama kendisiyle özdeşleşmiş artikülasyon sorununu bir de burda eklemek lazım.


Suzan Kardeş - Gelem Gelem: Bir yaz kampında, manitayla birlikte vasat bir canlı müziği arkada, konuşmamızı engellemecek şekilde elbette, isteseydim. bu parça gayet uygun olabilirdi. Ama bir albümde hiç istemiyorum.


Suzan Kardeş - Manitayla deminki modumuzdan sonra canlı müziği yapan "Haydi biraz hareketlenelim mi, ne dersiniz?" dedikten sonra bu şarkıyı söylüyor olsaydı hesabı istemek için saniyenin yüzde ikisi kadar bile zaman kaybetmezdim. Kötü bir müzik, kötü sözler.


Yasemin Yalçın - Taht Kurmuşsun Kalbime: Erkin Koray'ın müziğimize armağanı (biraz da kazığı diyelim biz ona) olan elektro bağlamanın etkisiyle "ne oluyor!" diye beni yerimden zıplatıp, bana "Acaba otostop çektim de, bir kamyonun içinde miyim?" diye bir iki saniye düşündürdükten sonra evde olduğumu farkedip şoku atlattıktan sonra, bu parçayı söyleyen Yasemin Yalçın mı yoksa meşhur tiplemesi Ali Can mı diye düşünüp durdum, hala da düşünüyorum evet.


Yılmaz Erdoğan - Telli Turnam: Gereksiz parlatmalar yapmadan, parçanın istediğini vererek yapılmış bir yorum. Sesindeki ajit-prop tarz bizi bazen onur Akın ve Yavuz Bingöl arasında gidip getirse de, dinlenebilen bir parça.



27 Ağustos 2009 Perşembe

MOTORSİKLET KULLANIRKEN KASK TAKMAMAK

Bunun en büyük sebebi, motorsiklet kullanırken kask takmanın sadece kaza anında işe yarayacağının düşünülmesi gibi bir önyargıdır.

1. Motorsiklet kullanırken rüzgara direk maruz kalırsınız ve kask takmazsanız gözlerinizi kısmak zorunda kalacağınızdan bariz bir görüş kaybınız olur. hem dışarıdan gelecek tehlikelere, hem de etraftaki manzaradan maruz kalmanıza sebep olur. araba kullanırken yağmur yağdığında silecek çalıştırmadığınızı düşünün.

2. Kask takmazsanız, gözünüzü ve yüzünüzü dış etkilere direk maruz bırakırsınız. Bu, havada (çoğu insanın araba kullandığı için farkedemediği) çok miktarda bulunan kum, ağaçlardan düşen yaprak, küçük ağaç parçaları, kamyonların döktüğü kum ve taşlar ve bir arabadan atılmış yanık sigara olabilir (bu gerçekten çok fazla oluyor ve 2 kere üstüme gelmişliği vardır). Böyle bir durumla karşılaşmamanızı ümidederim, bırakın çok yüksek hızları, 80 gibi bir hızla giderken gözünüze giren bir çöp, yüzünüze çarpan bir yaprak yaralanmanıza sebep olacağı gibi, kaza yapmanıza sebebiyet verebilir.

3. Rüzgarın bir ikinci etkisi olarak, yüz felci, kask takmayanlarda daha çok görülmektedir.

4. Dışarının gürültüsüne rüzgarın da gürültüsü eklenerek, gürültüye bağlı sağırlık ve orta kulak iltihabı gibi hastalıklara yol açabilir (böyle deyince pek az bir ihtimalmiş gibi görülüyor olsa da yüksek ihtimal).

Buraya kadar daha kaza olmadan kaskın neden gerekli olduğunu aklıma geldiğince yazdım şimdi bir iki ufak şey kaza durumu için ekleyeyim.

5. Artçılar için (motor sürücüsünün arkasında oturanlar): Motorsiklette artçıların ölme oranı daha fazladır. bir kaza anında motorsiklet sürücüsü gidona tutunduğu için, motorsikletten fırlama ihtimali artçıya göre daha azdır. En ufak bir kazada artçı motordan ayrılıp düşecektir ama sürücü gidona tutunarak kurtulabilir.

6. Nerede olduğunu hatırlamadığım bir istatisliğe göre motorsiklet kazalarının %70'i 3000m. içersinde olmaktadır. Bu, adam gibi motorsiklet kullanan motorsikletçilerin, "bakkala giderken bile kask takacaksın!" mottosunun hiç de sebepsiz olmadığını gösteriyor. 3000m. hakikaten çok kısa bir mesafedir.

7. Herhangi bir düşme halinde genellikle ilk olarak kafamız darbe alır. 2 metre yukarıya sıçradıktan sonra, 50 kiloluk bir insanın 500 kiloya yaklaşan basıncını yerde kasksız bir kafayla karşılamayı gerçekten istemezsiniz.

Şimdilik motorsiklette kask kullanılmaması sonucu olabilecek şeyler hakkında yazabileceklerimi, kasksız motor kullandığı zaman görüntülenen Arto'nun kendisinden hiç beklenmeyecek bir seviyede verdiği cevapla bitirmek istiyorum.

Gazeteci: Arto Bey, kask takmamışsınız?
Arto: Kaz kafalıyım da ondan.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

CİMRİ İLE TUTUMLU ARASINDAKİ FARK

Cimri kişi ile tutumlu kişi arasındaki farkı gayet iyi bilir ya da hissederiz. Ama bir anda sorulduğunda arasındaki farkı açıklamakta zorlanırız. Bunun bence en büyük sebebi, tutumlu ile cimri arasındaki farkın "harcama" şekillerinde değil, "elde etmeye" bakış açısındaki fark oluşudur. Cimri ile tutumlunun arasındaki harcama farkını yaratan şey elde etmedeki güdülerinin farkıdır.

Cimri için, sahip olduğu şeyin niteliği(muhteviyatı) değil niceliği(mi ktarı) önemlidir. Cimrinin "neyi" biriktirdiği, bir süre sonra önemini yitirir ve "ne kadar" olduğu önem arzeder. Hayatında bir çöplük yaratır ve bu çöplük bir süre sonra zihninde de oluşur. Ama konuyu dağıtmadan zihin ile ilgili bölümü bir başka yazıya erteleyelim.

Tutumlu kişiyi düşündüğümüzde tutmak kelimesinden türediğini düşünerek "her şeyi tutan" gibi bir şey çağrıştırsa da burada asıl ifade edilmek istenen, bilinçli kontroldür. Tutumlu osmanlıca, muktesid demektir ve "iktisat yapan" demektir. çok benzeyen ikinci bir kelime ise muktesir ise kanaatkar demektir. Bu bakış açısıyla tutumlu demek, tutan değil, belli bir tutum içerisinde, belli bir bilinçli tutumla bakış açısı geliştiren kişinin özelliği olarak karşımıza çıkıyor.

Tutumlu ya da cimri olmanın harcama değil, alma şekli ile ilgili olduğunu söylemiştim: Tutumlu toktur, cimri ise obur. Cimri sürekli alır, işine yarasın ya da yaramasın her şeyin sahibi olmak ister. Alışveriş delilerinin tipik özelliği hep almaları ancak hiç elden çıkartmamalarıdır. Tutumlu kişi ise alırken, sanıldığının aksine çok daha rahattır ve defalarca düşünmez zira neyi istediğininn ya da neye ihtiyaç duyduğunun gayet iyi bilincindedir. Hiçbir şeyi kovalamaz, o sadece uygun anı kollar ve bu özelliği sayesinde gereksiz enerji harcamayarak her anlamda sağlıklı yaşar.

Tutumlu, cimri gibi, insanlara borç vermekten, dostlarına yemekler ısmarlamaktan, içilen çayın parasını ödemekten hiç çekinmez. Hatta, dostlarının acil ihtiyaç durumlarını o kadar önemser ve doğal algılar ki her zaman kenarda bu zor zamanlar için bir miktar saklar.

Cimri, her zaman yoksuldur. Varlık içinde yokluk tam bu kişiler için söylenmiş bir sözdür ve kendilerinden başka hiçbir müsebbip yoktur. Çevrelerine karşı ciddi güvensizlik duyarlar, varlıklarını bağladıkları miktarlar için çevredeki herkes ve her sosyalleşme uğraşı bir tehdittir ve bu yüzden asosyal ve ketum olurlar.

Cimrinin karşılığı, cömert değil, tutumludur. Kişi ancak tutumlu olduğu zaman cömert sayılabilir. Cömertlik ile savurganlık karıştırılır çünkü savurganlıkta, tutumluluktaki bilinç eksiktir her zaman. Halihazırda parası olduğu halde harcama yapana değil, kısıtlı imkanları olduğu halde harcama yapabilen kişiye cömert derim. Demek ki, cömertlik bir erdem değil, tutumlu olma erdeminin sonuçlarından biridir.

Cimri, elindekinin sahibi olduğunu sanır, tutumlu ise hiçbir şeye sonsuza kadar sahip olunamayacağını bilir. Bu yüzden, tutumlu kişi elindekiyle her zaman çok daha iyi vakit geçirir. Zengin bir cimriye nazaran çok fakir bir tutumlunun, her zaman daha mutlu bir hayat sürmesini sağlayan sebep budur. Çok kazanmadıkları halde evinde her zaman dostlarını, misafirlerini barındırabilen, onları doyurabilen, çok coçuklu ve içinde kimsenin açlıktan ölmediği evleri düşünün, mutlaka çevrenizde böyleleri vardır. Böyle bir yaşam sadece erdemle mümkün olabilir.

Tutumluluk zeka, cimrilik korku; tutumluluk neşe, cimrilik asık surat; tutumluluk umut, cimrilik mutsuzluk getirir.

Kral olup dilenci gibi yaşamaktansa, dilenci olup kral gibi yaşamayı tercih ederim ve bunu sadece tutumlu olarak başarabilirim.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Olayın Kendisi Kutlamaysa Törene Gerek Yoktur

hemen bir iki örnekle açıklayalım... şunu unutmamak gerekir ki şahsen bu törenlere karşı değilim... yapılabilir, eğlencelidir de.. ama sadece eğlencelidir... bu törenlerin aslında bir şeyler gizleyen yapısını görmezden gelme lüksünü vermez bize... bilelim, öğrenelim...

evlilik törenleri ve kutlamaları: eğer evliliğin kendisi bir kutlamaysa neden törenler yapılıyor, tüm aile ve arkadaş fertlerinin çağırıldığı kutlamalar düzenleniyor.. "yahu biz aşkımızı pekiştiriyoruz, size ne oluyor?" demez mi adam? ama yok kutlamalar yapılıyor herkes çıkıyor göbek atıyor, ya da şatafatlı bir gösteri haline geliyor olay. neden? çünkü evlilik doğal bir şey değil... doğal olmadığı için de sorunlu olması zorunlu. evlenme bizim bulduğumuz ve organize ettiğimiz, mülkiyet kavramının bir ileri aşaması "insana sahip olmak" hem de bunu belediye ve devlet nezaretinde yapmak. eğer evlilik töreni gelin ve damat için olsaydı muhtemelen onlar için, onlar onuruna yapılan bu tören hiçbir evli kadın ve erkeğin aklından çıkmazdı ama biz bir kere bile "hayatımda en eğlendiğim gün, evlendiğim gün, hiç unutmuyorum o günü." diyen birine rastlamayız. bunun yanında gerçekten seven çiftler vardır... onlar evlilik yapacakları zaman kutlamaları geçiştirirler, kasmazlar ve rahat bir şekilde atlatırlar... çünkü sevgi vardır zaten bundan güzel kutlama mı olur?

doğum günü kutlamaları : hayatla barışık; kendini olumlamış; öyle arkadaşlarım var mı, allahım yoksa ben yalnız mıyım triplerinde dolaşmayan ne kadar insan varsa, doğum günü kutlamalarından kaçınırlar. çünkü onlar için doğulan gün değil, yaşanan her gün ayrı bir değerdir. yaşamında bir sorun yok ki, doğduğun gün, tüm geçirdiğin günlerin acısını çıkarırcasına eğlenesin, çevrene kaprisler yapasın, hediyelere boğulasın. ha doğum günü olmuş ha 26 haziran 008 olmuş.. ne farkeder... önemli olan sensindir, arkadaşlarınla irtibatındır, dünyaya kattıklarındır... arkadaşların seni seviyorsa, sen dünyayı ve dünya seni seviyorsa yaşadığın her gün armağandır. ama tam tersiysen rahatlamak isteyeceksin, en azından bir gün bütün bunları yaşamış (yapay da olsa) olmayı arzulayacaksın ve harika bir doğum günü partisi düzenleyeceksin... herkes senin için gelecek, sana hediyeler verecek.... canım egom, güzel egom... ama bu arada ölüme bir adım daha yaklaştın... bundan sözeden yok maşallah... her günün kıymetini bil diye bir doğum günü mesajı versem sana, "beni ölümle tehdit ediyor" diye polise gidersin...

yılbaşı kutlamaları: güle güle geçmiş yıl hoşgeldin yeni yıl... yepyeniyiz artık hepimiz, genceciğiz.. bütün acılarımız dertlerimiz geçen yılda kaldı, artık sıfırlandık. yepyeni bir sayfa açtık, rahatlayalım... yok ya! dünyaca ölüyoruz lan!!! dünya da yaşlanıyor, biz de, zaman geçiyor, geçen yıl neler yaptın bunun muhasebesini yapan var mı? yok.. bu muhasebeyi yapanlar için de yılın başı olmuş, kıçı olmuş önemi yoktur zaten.

çok iddialıyım, bir yerde bir tören varsa oradan kıllanmak gereklidir. kutlamalar varsa muhakkak bir şeyler gizleniyordur, göz boyanıyordur ve ilgi başka yerlere kayıyordur.

Not: Bu yazıda noktadan sonra büyük harf kullanmamam, bir tür arızadan kaynaklanıyor. İmla yanlışından ziyade olanaksızlıktandır. Bu kötü kullanımdan dolayı özür diliyorum.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

OKUR İLE OKUYUCU ARASINDAKİ FARK

Okuyan kişinin hayatın pratiği üzerine pek bilgisi olamayacağı türünde bir inanç mevcut: Okuyan biri, aşk, iş hayatı, politika, yaşam gibi konulardan konuşmaya ne zaman başlasa, çevredekilerin bunları kitaplardan apartılmış fikirlermiş gibi görme eğilimi var. Elbette sadece okuduklarıyla kendini ön plana çıkartmaya çalışan insanların sayısı, azımsanmayacak kadar çok. Ancak bu tip insanları biraz incelediğinizde, onların sadece belli konularda okumalak yaptığını ve genellikle bilgiyi bir hap gibi veren türde kitaplar seçtiklerini, ve bunu da, özellikle "malumat parlatmak" amacıyla yaptıklarını görmek çok kolaydır.

İşte bu nokta bize, okuyucu ve okur arasındaki farkı gösteriyor.

Okur, okuyandır. Okuyucu, okuma yazma bilir, ve o an bir okuma eylemi içerisindedir.

Okuyucuya boş zamanalarında ne yaptığını sorarsanız, alacağınız cevaplar içinde "kitap okumak" olacaktır. Onun için kitap okumak, ancak, bir boş vakit aktivitesidir. Ama okurdan böyle bir cevap alamazsınız, ona göre, boş vakitlerinde kitap okuduğunu söylemek, boş vakitlerinde banyo yaptığını söylemek kadar abes bir durumdur. Öyle ya, kim "Boş vakitlerimde banyo yapmaktan, temizlenmekten hoşlanırım." der ki. Banyo zaten yapılması gereken, hayatının bir parçası olan aktivitedir.

Tüm bunlara rağmen, okur olan birinin, illa çok kitap okuması gerekmez. Okur olmanın şartları arasında böyle "sayısal" bir değer yoktur. Buradaki ölçü, okunan kitap sayısı değil, hem kitaba hem de okumak eylemine yaklaşım tarzında kendini belli eder. Aynı şekilde, birinin sayı olarak çok kitap okuması da, onun bir okur olduğunu göstermeyebilir.

İşte, toplumumuzun okuyan birinin bir okur mu, yoksa bir okuyucu mu olduğunu ayıramaması bütün mesele. Çevremizde o kadar çok, sadece bir kitabı bitirme sabrını gösterebildiği için kendini okur ilan eden insan var ki, toplum bu iki tipi ayırmakta güçlük çekiyor. Ve işin kötüsü tepkisini, okuma sevgisine gösteriyor.

Okumak, bir okur olmak hiç de kolay bir şey değil, ama bunun zorluğu okurun, bu bir erdemmiş gibi davranması hakkını da vermiyor. Kimse, bir okur olduğu için bir başkasından daha üstün olamaz. Ancak okuyan bir kişi, okuduklarını yaşam pratiği içinde eritir ve hayatın zaten bahşettiği zenginliğe ufak da olsa eklemeler yapabilirse, olaylara farklı pencerelerden bakabilme ihtimali daha fazlalaşır.

Kimse "çok okurum ben" diye övünmesin, kimse de, sırf kendi okumuyor diye okuma eylemini küçümsemesin. insanlar elele tutuşusun, hayat bayram olsun.

Dediğim gibi, okumamak ya da insanın okuma alışkanlığının olmaması bir suç değil. Ama kişinin, sadece kendisi okumayı sevmediği için, okumayı gereksiz olarak düşünmesi, okuyanları "entel-dantel" küçümsemeleriyle yaftalaması ahlaksızca işlenmiş bir suç. Bu, benim, karnıbahar yemekleriyle bir türlü uyuşamadığım için karnıbahar yiyenleri küçümsememe ve hatta, işi karnıbaharın yararlarını inkar etmeye kadar götürmeme benziyor.

Hiçkimse karnıbahar yemek zorunda değil, ama ister yeyin, ister yemeyin, karnıbaharın vitamin oranı değişmez.

28 Temmuz 2009 Salı

TUTKU ve ARZU ARASINDAKİ FARK

tutku, iyi olamaz. iyi olan arzudur ve arzuyla tutkunun beslendikleri kökler apayrıdır... arzu azimden, tutku ise hırstan beslenir. arzu edilene giden yolda istek, kendi başına bir oluş belirtir, dolayısıyla kendi başına bir olaydır ve her olayın kendine has durumları, tatları zevkleri olumlu ve olumsuz etkileri olur... arzuda bir hedef yoktur demek istemiyorum. arzudaki hedef bir saplantı değildir ulaşılsa iyi olur, ama ulaşılmazsa yıkım olmaz.

tutku çok farklı bir şekilde çalışır.. tutkuda hedefle başlangıç noktası arasındaki sürecin yani 'yol'un hiçbir önemi yoktur. hedefe kitlenmiş bir füze gibi, önüne gelen herşeyi ortadan kaldırır... yürünen yol, ancak bir araçtır daha ötesi olamaz ve dolayısıyla yolda karşılaşılan ve engel oluşturan etmenler erdemli olsa da görmezden gelinir ya da hırsın etkisiyle farkedilemez. tutkuyla bir hedefe giden insanların o hedefe sık sık ulaştıkları görülmüştür ve bu genel olarak “başarı” kavramıyla açıklanmıştır. oysa tutkuların esiri olarak ulaşılan noktada kişiyi her zaman bir boşluk duygusu beklemektedir. kişi hedefindeyken yani çoğu kişinin “başarı” dediği noktadayken arkasına dönüp baktığında bir anda hayatın ne kadar boş olduğunu farkeder. geç kalmış bir sorgulama başlar ve ona o dakikaya kadar destek vermiş egosunun yıkımına uğrar. “herşeyim var, ama niye mutlu değilim, çevremde neden arkadaşlarım, dostlarım yok?” diye sorar. kişiyi ciddi bir yıkım bekler.

arzuya giden yolda kişi yolun tadını çıkartır. önemli bir farkındalık yaşar ve yolun da kendine has dersleri olduğunu farkeder. bu noktada tutkudaki gibi bir durum ortaya çıkmaz. arzuda “yol” önemli olduğundan ilerleme sürekli durur, uzun bir sürece gereksinim duyar. yavaş ama gerçek bir ilerleme vardır. bu süreç o kadar yavaş işler ki hedefe varılamayabilir (ama hedef nedir ki?) ve kişi toplum tarafından “başarısız” olarak görülebilir. oysa bu başarısız(!) kişi stoa'nın yaptığı şu bilge tanımına uyar: bilge kişi, cüce gibi kısa boylu da olsa kendinden nefret etmez, ama yine de uzun boylu biri olmayı arzular.

arzulamadığımız bir şeyi elde edemezsek öfkelenmeyiz. ama tutku haline getirdiğimiz bir şeyi elde edemezsek öfke bizi sarar. zira tutkunun yakıtı olan ego, o şeyi elde etmenin bizim en doğal hakkımız olduğunu sürekli hatırlatacaktır.

gurur ile onurun birbirine karıştırılması gibi, tutku da, arzu ile karıştırılır: bazı tutkulu insanların tutkularına giderken insanlar için olumlu sonuçlara ulaşması sonucu, tutkunun olumlu olduğunu söyleyenler olsa da, biz, bir şeyin olumlu sonuçlar doğursa bile bu kendisinin olumlu bir duygu olduğunu göstermez, fikrine katılıyoruz.

23 Temmuz 2009 Perşembe

20 Yaş Şiirleri: III.

İLK ŞİİR

Dün ilk şiirimi yazdım.
İlk, dün şiir yazdım.
Şiir yazdım dün, ilk.
Dün, ilk şiirimi okudum,
Dünde kaldı okuduklarım.
Okudum da, başucuma koydum.
Bütün ruhum, parıltılarım,
Yaklaşma bana, parıltıya doydum.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

20 Yaş Şiirleri: II.

...

Öpüşürken ağzına üflediğim nefesimi geri alıyorum senden.

Güzel bir günde görmüştüm seni
Güzel günlere yaraşırmış, güzel şeyler.
Oysa, o pişmanlığın aynasından bakan gözlerimizi
En narin çağında, bir çiçeği koklar gibi kokladık.
Ve öteye düşen top atışıydı sessizliğimiz.
Kuşkuluyduk, kibirli...

Bir Ece Ayhan şiirinde selamladım seni,
Sadi'nin hikayelerinde buldum.
Mutlaktın: Avucumun içi gibi bildim nefesini.

Ellerine bıraktığım ellerimi geri alıyorum senden,
Fırtınaları bırakıyorum yerine.

İnsaflı adamımdır az çok.
Korkmuş bir köpeğin tıslayışını getiriyorum sana.
Kursağında söyleyeceğin tek kelime kalmasın,
Onları da alıyorum.

Seni bırakıyorum sana.
İncecik, kupkuru kaldın bak yine.
Kendimi geri alıyorum senden.
Kasvetli bir yanlızlık bıraktım onun yerine.

19 Temmuz 2009 Pazar

20 Yaş Şiirleri: I

ÖTE

Tutsak ışık,
Hikayesi olan bulut.
Gökyüzünün mavi-ötesi fırtınası ve
Belleğimdeki saniyendi ağıt.

Kurbanı olmayan düşman
tam da bu vakitler sana yaraşırdı.
Mutlak olandan beş kere döndün,
Yine de varamadın özüne.

Eskiden Tuana'ydın görüyor musun?
Şimdi kalemimin ahşabı...
Senden öteye geçtim,
Her geriye dönüşümde.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ÖZÜR ARSIZLIĞI

önce özür dilemenin bir erdem, bir büyüklük olduğu öğretildi... doğrudur...

iş bu ki, artık biz götünden anladık bu mevzu'u. özür dilemenin erdemi, kabahat işlediğimizde onun farkına varmaktan geçer önce... bu bile başlı başına bir erdemken, bir de kabahat işlediğimizi tüm komplekslerimizi ve egomuzu iterek karşıdakine söyleyerek özür dileriz/dilemeliyiz. bu ise özür dilemenin büyüklüğüdür.

yoksa özür müessesesi, bize istediğimiz her boku yeme hakkını vermez. ben kabahatimi işleyeyim, sonra nasılsa özürümü de dilerim demek, arsızlığa giriyor... insanları yüzsüzleştirip, onursun, omursuz, omurgasız bir hale getiriyor...

ey ota boka özür dileyen... bu özrün şimdi benim için makbul mü oldu?

bu durum, cep telefonları çıktı çıkalı insanların buluşmalara geç gelmeyi kendilerinde hak olarak görmeye başlamasına benziyor... "abi 30 dakika gecikeceğim". yuh be canım... e dikiliyorum ben burada...

sik belamı, sıç ağzıma her fırsat bulduğunda, sonra serzenişte bulununca da "e abicim özür diledim ya işte, ne uzatıyorsun!" diye bir de üste çık. kafa göz dalarım ben sana... sonra çıktığımız mahkeme de seni haklı bulur "özür dilemesine rağmen saldırgan tavır sergilenmiş" diye...

olmaz, olamaz, olmamalı... özür arsızlığı yaparak suçlarını örtmemeli insanlar. özür dilemeyi de kirletmemeli.

3 Temmuz 2009 Cuma

Manita Kontrol Listesi (Checklist)

geçen gün elime kalem kağıdı alınca ortaya çıkmış bir liste. şahsi kanaatim bu listedeki en az 5 maddeye sahip manitadan uzak durulması gerektiği yönünde. işbu belgenin bilimselliği, ufoların bilimselliği kadar bilimsel ve tartışmalı ve elbette ki, benim salak hayatımın perpektifi kadar.

şöyle bir bakıyorum da, ben de zaman zaman bunları yapmışım ya da yapmaktayım. hepimiz insanız tabii. ancak bunlara dikkat etme hakkımız her zaman saklı.

1. ev taşıma, işten ayrılma gibi, gündelik, kısa vadeli sorunlarla ilgili bıraksan, bütün gün konuşabilecekler
2. kendisi, sana olan duygularını süsleyerek ya da bir gizem havası içinde saklayan; ama diğer yandan senin duygularını, ısrarla öğrenmek isteyenler, öğrendiklerinde çok mutlu olanlar.
3."ilişkide güven" kavramını gerekli gereksiz övüp, sürekli gündeme getirenler.
4. "egom yoktur." lafını ağzından düşürmeyenler.
5. ukalalıkla özgüveni birbirine karıştırdığı için ukala olduğu söylendiğinde "ne alakası var canım." dese de, içten içe gurur duyanlar.
6. olgun bir yaşta olmalarına rağmen, iş arkadaşlarına küsenler.
7. yerinde kullanılsa da, argo ve küfürlü laflara tavizsiz bir inatla karşı olanlar.
8. seksi ilişkinin içersindeki bir parça olarak değil, karşı tarafa bir taviz, hediye ya da kazanılması gereken bir ödül olarak sunanlar.
9. çevreye karşı imajı (onlar ne der acaba?), ilişkinin kendisinden daha çok önemseyenler.
10. henüz iki insan birbirinden hoşlanma evresindeyken, ilişkinin bitişini kafaya takıp "ya biterse..." ile başlayan düşünceler ve cümleler kurgulayanlar.
11. kıskanılmayı isteyenler. maço tavırlar sergilenmemesini, ona değer verilmediğine yoranlar ve kıskanmayı sevginin bir göstergesi, bir ölçüsü sananlar.
12. çok istediği belli olduğu halde zamana ihtiyacı olduğunu söyleyerek sevişmekten kaçınan "garanticiler".
13. olgun bir yaşta olduğu halde "ben hiç aşık olmadım." diyenler.
14. gururlu olanlar. gurur ile onuru aynı şey sananlar.
15. sinirlendirildiğinde hızla değişen ve karşısındakinin kişiliğiyle ilgili ithamlarda bulunabilecek kadar ileri gidebilenler.
16. "ben sana göre değilim." diyebilecek kadar, sizin yerinize karar verme hakkını kendinde görebilenler.
17. hızlı bir mutluluk arayışı içinde olanlar. daha ikinci günden "beni mutlu edebilecek misin?" türünde sorular sorup, araştırma yapanlar.
18. kendisinden hoşlanan insanlardan bahsedenler. beğenilen biri olduğunu sürekli vurgulayanlar.
19. açık ve samimi olduğunu söylemeyi, böyle olduğunu göstermekten daha çok önemseyenler.
20. gerçeklerle değil, söylediklerinizle ilgilenenler. "sen böyle bir adam mısın gerçekten?" diye sorup, öyle biri olduğunuzu göstermenin süreç gerektiğinin farkına varamamış sabırsızlar.
21. özür arsızları. (özür arsızlığı yine benim bir taraflarımdan uydurduğum terim olmakla birlikte bilahare anlatılacaktır. Takip ediniz.)
22. zeka yarışına girenler.
23. "ben birinin bana olan ilgisini hiç farketmiyorum gerçekten. hep başıma geldikten sonra anlar, şok olurum." diyenler.
24. geçerli bir sebebi (ailevi vs.) olmadığı halde sevişirken vücudunda iz olmasından korkanlar.
25. olmadık zamanlarda ve sürekli olarak "bana güzel bir şey söyle." türünde övücü sözler talep edenler.

30 Nisan 2009 Perşembe

Bağlılık ve Doğruluk

Bir fikri savunmak ve onun ardından gitmek, belki de, insanoğlunun en önemli haklarından biri. Bir fikre sahip olup, o yönde giden birini ayıplamaksa, bir insanın yapabileceği en saçma şeydir, herhalde.

Aynı zamanda, bir fikri savunmak, sorumluluktur. Savunduğumuzu ifşa ettiğimiz o fikrin doğal olarak temsilcisi olur, o fikri, özellikle ilk kez sizin aracılığınızla tanıyan insanların "ilk intibaı" olursunuz. Hangi "-izm" ya da hayat görüşüne üye ya da sempatizan olursanız olun, insanların karşısına artık Ali ya da Ayşe olarak değil, savunduğunuz ya da takipçisi olduğunuz fikrin vitrini sıfatıyla çıkarsınız. Bu, o konuyla ilgili konuşmanızda da, yazmanızda da böyle olur.

Savunduğu fikrin, bilgisiz ve hatta bilgisizliğinde ısrarcı; iyi iletişim kuramayan; başka insanların ne söylediğini umursamayan; ben yaptım oldu egosuyla dolup taştığı bir vitrinde sunulmasını isteyenler parmak kaldırsın. Aklı başında herhangi biri yukarda saydığım bu kötü özelliklerden bırakın hepsine birine bile sahip olsa, düzeltmek için kolları sıvayacaktır.

Ama önümüzde bir engel duruyor olabilir: Bağlılık. Olur ya, bağlılığımız, doğruların üzerine çıkabilir, doğruluk bilincimizi ya da erdemlerimizi bastırabilir.

Kendimden bir örnekle devam edeyim: Bilen arkadaşlarım vardır, Nazım Hikmet'i çok severim. Facebook'ta Nazım Hikmet'le ilgili hazırladığım bir videoyu paylaşmak istedim. Video'nun tanıtım yazısında, Nazım Hikmet'in Vatan Haini adlı şiirindeki "Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala." dizesini kullandım. Fakat, Nazım Hikmet'i en az benim kadar seven bir arkadaşım bu dizeyi "Nazım Hikmet vatan hainline devam ediyo hala." diye yazdığımı farkederek videoya yorum yaparken beni uyardı.

Gerek sinirin gerek ise, Nazım Hikmet'e bağlılığımın, doğru olan bu yorumu bastırmasının etkisiyle, arkadaşımın Nazım Hikmet'i sevdiğini unutarak, onun şahsına saldırdığını düşündüm ve amacımın Türkçe öğretmek olmadığını, Nazım'la ilgili bir video olduğunu belirten bir cevap döşendim. Öyle ya, önemli olan, Nazım'ın mesajını iletmek ve onu bir kez daha insanlara hatırlatmaktı.

Arkadaşım bana, Nazım Hikmet'i kendisinin de çok sevdiğini söyleyen bir başlangıç yaparak, onun gibi, Türkiye'nin savunucusu olan ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş bir şairi insanlara sunarken çok değer verdiği ülkesinin en önemli öğelerinden biri olan anadiline sahip çıkmanın doğru olacağı şeklinde bir cevap verdi.

Evet, haklıydı. Bütün bu mesajlaşmalar herkesin okuduğu bir yerde olduğu için utanıyor ve kendi kendime kızıyordum. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere... Karşımdaki argüman o kadar güçlüydü ki, cevap da vermezdim. En iyi yol şuydu: Benimki de dahil tüm yorumları silmek.

Bağlılığım, doğru olanları görmemi engellemişti... Bağlılık neye olursa olsun, yobazca olabiliyordu...

Anlattıklarımda ve yazdıklarımda doğruları bulup, üzerinde düşünen ve bu satırları okuma zahmetine katlanan herkese sevgilerimle.

Koray ONUR