1 Aralık 2013 Pazar

SARILMAK ÜZERINE GEÇİŞLER

I.
Ayrılırken sarılmadın, dedi bana,
Onu birleşirsek düşünürüz, dedim ona...

II.
Ayrılırken sarılan; kavuşunca ne yapmaz?

III.
Kavuşunca da, ayrılınca da sarılıyorsak;
Ayrılma diye bir şey olmamalı demektir.

IV.
Durduk yerde sarılmak, sevginin hapşırmasıdır.

V.
Sarılmak için, sarmış olmak şarttır.

VI.
İnsanın birine sarılması, bir yandan kendisine de sarılmasıdır; bu yüzden dikkat etmeli...

VII.
Birine sarılıp kalmışa, sarılmış, denir.
Birinin sarıldığı kişiye de, sarılmış, denir.
Hangisinin hangisi olduğunu anlamak için iyice yaklaşıp bakmak gerekir.

VIII.
Sen ona sarılmış,
O sana sarılı...
Sarılma budur, gayrısı musallat olmaktır.

Koray Onur

7 Kasım 2013 Perşembe

ARTIK BU ÜLKEDEN ÇEKİP GİDECEĞİM!

Bir ülkede işler, kendi istediğimiz gibi gitmeyince, hemen pılı pırtıyı toplayıp gitmek, sanki yapılacak en doğru şeymiş gibi, akla geliverir.


Şuan Türkiye, baskıcı bir hükümet tarafından yönetilmekte, doğru. Seküler kitle içinde bu ülkeden gitmek istediğini sık sık dile getirenler oluyor bu yüzden. Biraz bıkkınlık, biraz serzeniş olsun diye, biraz da laf olsun diye.


Bir de böyle geyikler ... Peheyy!
Fakat bu söylemin altında ciddi bir ego sorunu olduğunu söylememe izin verin. Bir kere, ülkede ne olursa başka bir ülkeye taşınacaksın? Şuan eşin, sevgilin istediği gibi istediği yerde giyinebiliyor; sen onunla otobüste, metroda, parkta her canın istediğinde öpüşebiliyorsun;  ateistler istedikleri gibi kendilerini ifade ediyorlar; kimse kimsenin ibadetine karışmıyor, aleviler, yahudiler, hristiyanlar da tıpkı sünniler gibi rahatlıkla kendilerini ifade ediyor; ermeni, kürt, çerkez, laz herkes kendi yaşamlarını istedikleri gibi kuruyor da, bunlar ortadan kaldırılınca mı gideceksin? Bunlar zaten bu ülkede olan şeyler değil ki? O halde defol git? Niye gitmiyorsun?


Çünkü sende, buradan gidecek göt olsa zaten bu ülke bu hale gelmez. Sende, bir yerden bir yere hayatını taşıyabilme yeteneği, özlemine ve zorluklarına rağmen kurduğun düzene sahip çıkabilme kabiliyeti olsa zaten önce yaşadığın yere sahip çıkarsın.


Dün dostum Fatih P. sordu: Bu ülkede bunlar bunlar olsa (Bunlar bunlar ne az çok tahmin edilir sanıyorum), bu ülkeden çekip gitmez misin? Ya da ne yaparsın? Cevabım bunlar bunların zaten olduğu ve şimdi ne yapıyorsam yine onu yapacağım şeklinde oldu.


Buralardan çekip giderim diyen kişiye de şunu söylemek istiyorum: Siktir git! Sanki bu ülkede bir baskı rejimi olunca ilk seni alacaklar evinden. Sen zaten sülük gibi yaşıyorsun, seni baskıcı rejim hapse atsa n’olur, atmasa n’olur. Hiçbir kavganın içinde yer almamış adamı zaten, en çok baskıcı rejim sever…


Buralardan çekip gitmek lazım söylemini kullanmadan önce içinde barındırdığı bu egosantrik tavrı düşünmenizi tavsiye ederim.


Koray Onur

18 Eylül 2013 Çarşamba

TAKTİK İNSANI VE STRATEJİ İNSANI

Çölde yolculuk eden bir derviş, yara bere içinde; aç susuz kalmış ve dövülmüş, yaralaı bir hırsız görmüş. Yolunu yarıda kesip ona bakmış; yaralarını iyileştirmiş; yemeğini paylaşmış; hasılı hayatını kurtarmış. Bir sabah uykudan uyanmış ki ne görsün? Bizim hırsız dervişin devesini de çalıp gitmekte... Hırsız, "Benim bir hırsız olduğumu biliyordun, bunu bile bile bana yardım ettin, ne yapalım derviş efendi, buraya kadarmış." demiş. Derviş ise, "Senden tek bir şey isteyeceğim, bundan kimseye bahsetme. Bu hikaye yayılırsa, insanlar yolda gördüğü yabancılara yardım etmez olur." diye cevap vermiş...

Günümüze ne kadar uyan bir hikaye. Ama neyse, konu bu değil...

Zülfü Livaneli, zevk alarak okuduğum Edebiyat Mutluluktur adlı deneme kitabında "(...) Einstein da kurnaz değildir Mevlana'da, Nietzsche'de, Hz. İsa'da. Herhangi bir sokak kurnazı, bu büyük insanları iki dakikada kandırmayı başarabilir. Çünkü hem küçük hesaplara akılları ermez onların, hem de insanlıkla ilgili yüksek düşünceleri bu derece alçalmayı kavrayamaz.(sayfa.166)"der.

Kurnaz olmanın, günü kurtarmak ve kısa vadeli planlar yapmakla ilgisi var. Yani denebilir ki, kurnaz kişi, uzun bir zamana yayılan planlar değil, gündelik, anlık kurmacalar yapan biridir. Uzun vadenin hesabını yapamaz. Bunun için yeterli zekası olmadığı gibi, sabrı da, tahammülü de yoktur.

Siz, karnınızı doyurmakla böbürlenirken,
timsahların diş temizleyicisi oluyor olabilirsiniz.
Kurnaz, fotoğrafın tamamını değil, kendiyle ilgili olan kısmını görür. O, kendi başının çaresine baktıktan sonra, büyük fotoğrafın ne gösterdiğinin bir önemi yoktur. Bu yönüyle kurnaz kişi, son derece bencildir.

Kurnaz, taktiklerin insanıdır. Strateji nedir, haberi bile yoktur.

Strateji, taktiklerin oluşturduğu bir bütündür: Her strateji mutlaka taktikler içerir; ama bu her taktik strateji icabı olmayabilir.

Derviş, strateji, hırsız ise taktik insanıdır. Devesi alındığında bile derviş, istediği şeyle hırsızı yönlendirmektedir. Hırsızın hareketi sadece onu ve dervişi ilgilendirirken, dervişin isteği tüm insanları, kuşakları ilgilendiren bir planın parçasıdır.

Türk toplumu sizce tattik kurnazı mıdır; yoksa strateji uyanığı mı?

Peki siz?

Taktik insanı mısınız, strateji mi?

Koray Onur

17 Eylül 2013 Salı

BİR OKUMA TİYATROSU, KAFKA: BABA İLE OĞUL

Mark Rozovsky'nin, Kafka'nın babasıyla ilişkisini konu alarak yazdığı Kafka: Baba ile Oğul, Kocaeli Şehir Tiyatroları'nda 2011 yılında tiyatro haftasında okuma tiyatrosu olarak sahnelendi. 

Dinlediğiniz kayıt, amatör bir şekilde yapılmış bir kayıttır. Oyuncular, oyun metnini, yönetmenin isteği doğrultusunda, sadece bir kere yüksek sesle okumuş, böylece tamamıyla canlı bir deşifre üzerine yoğunlaşmışlardır. 

Ayrıca, oyunun ses efektleri, yine doğaçlama olarak, elindeki bir tabletten, Koray Onur tarafından yapılmıştır. 

Bu metin, tam bir baba oğul tartışmasından ibarettir. Kafka da evlattır, Kafka'nın babası da babadır.

Seslendirenler: 

Baba: Koray Onur 
Oğul: Fatih Sevdi 

Yönetmen: Koray Onur

15 Eylül 2013 Pazar

BİR KİTABIN ALTINI ÇİZMEK

Bazı okuduğum kitapların altını çizdiğim yerlerini, başka bir deftere geçirmek gibi, biraz deli işi, bir alışkanlığım var. 

Bu, benim kitapları daha iyi özümsememi, sonra, geri dönerek bilgilerimi tazelememi sağlıyor. Şimdi o defterleri burada paylaşmaya başlıyorum. Umarım beğenirsiniz ve sizlere de yararı olur..



Sevgiyle ...


5 Eylül 2013 Perşembe

KİRLENMEK GÜZEL OLSAYDI, YÜZÜMÜZE GÖZÜMÜZE BOK SÜRERDİK

Kirlenmek güzeldir, OMO'nun sloganı.

Oysa bilinmeli ki, oyuna devam ettiğin halde, temiz kalabilmendir güzel olan.

Kirlenmek güzel olsaydı, kimse OMO almazdı ki, hazır kirlenmişken, kirli kalırdık, olur biterdi.

Böyle bir hakları var mı gerçekten?
Doktorlar çıkıp, "Hastalanmak güzeldir. Hastalığın çaresi var, hastalanacağım diye yapmanız gerekenleri ertelemeyin. Hastalanırsanız biz hallederiz." diye reklam yapsa bu size vahşi bir yaklaşım gibi gelmez mi?

Bu hayatı yaşamanın tek yolu, kirlenmekten geçmiyor. Ama aklı fikri para olan bir dimağ için hayatı kirlenmeden yaşamak mümkün olamayacağından, bu slogan çıkıverir. Çocukların oyunları üzerinden hem de...

Güzel olan oyun oynamaktır. Oyunda kirlenmek ancak bir yan etki olabilir, oyunun sonucu ve amacı değil.

Temiz kalmak, deha;
Kirlenmek, şanssızlık;
Temizlenmek, zeka işi...

Koray Onur

22 Temmuz 2013 Pazartesi

BAŞKA BİR DİLDEN, ÜLKEDEN ve ZAMANDAN, TÜM DÜNYAYA BİR ŞİİR.


KAÇAK

BORİS VİAN

-Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda ölenleri anarak-

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı
okumaya bu mektubu.

Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.

Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi,
hem insanlar ondan hanidir bıktı.

Doğduğum günden bu yana
ölen çok babalar gördüm,
gidip dönmeyen kardeşler gördüm,
çocuklar gördüm iki gözü iki çeşme.

Ya analar ne çekti, ya analar,
bir yanda işi tıkırında bir avuç insan
bolluk içinde rahat yaşar,
bir yanda ölüm, çamur, kan.

İnsanlar tıkılmış dört duvar içine,
çalınmış neleri var neleri yok,
karıları, eski güzel günleri bütün.

Gün doğar doğmaz yarın
kapatacağım şırak diye kapımı
ölmüş yılların suratına,
alıp başımı yollara düşeceğim.
A. KADİR

Aşacağım karaları, denizleri,
ne Avrupa'sı kalacak, ne Amerika'sı, ne Asya'sı,
dilene dilene hayatımı
şunu diyeceğim insanlara:

Üstünüzden atın yoksulluğu,
durmayın bakın yaşamaya,
hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,
ey insanlar, ey insanlar, ey.

İllâki kan dökmek mi gerek,
gidin dökün kendi kanınızı,
size söylüyorum bunu da,
efendi misiniz, kodaman mısınız ne.

Adam korsunuz arkama belki de,
unutmayın jandarmalara demeye:
üzerimde ne bıçak var,  ne tabanca
korkmadan ateş etsinler bana,
korkmadan ateş etsinler bana.

Boris Vian
Çeviren: A. Kadir

7 Temmuz 2013 Pazar

BODY SHOP'UN YAZIMA CEVABI

Birkaç gün önce Body Shop alışverişim sırasında karşılaştığım bir olayı burada paylaşmıştım. ( yazı için burası ) Body Shop, yazıyı görür görmez bana mail ve telefon yoluyla ulaştı. Aşağıda Body Shop'un konuyla ilgili cevap yazısını görebilirsiniz .

"Sayın Koray Onur,

23.Haziran.2013 tarihli blogunuzda yazmış olduğunuz şikayetiniz ile ilgili olarak büyük bir üzüntü duyduğumuzu sizinle paylaşmak,

mağazamız ve personelimiz adına The Body Shop markası olarak özür dilemek isteriz.

The Body Shop’un hiç bir zaman çalışanlarının maaşından ürün ücretini kesmek yada tahsil etmek gibi bir uygulaması asla olmamıştır ve olmayacaktır.

Buna ek olarak, mağaza personelimizin sizinle yapmış olduğu dialoğu  tasvip etmemekte ve doğru bulmamaktayız.

Mağazayla iletişime geçilip, ilgili personel sözlü ve yazılı olarak uyarılacaktır.

Konuyla ilgili olarak yaşamış olduğunuz mağduriyeti ortadan kaldırabilmek adına, ödemiş olduğunuz ürün tutarı farkının derhal ve kati suretle tarafınıza iade edilmesini sağlamak için sizi yeniden mağazamıza davet etmek isteriz.

Saygılarımızla,

The Body Shop”

Sosyal medyanın gücünü ve hataları olgunlukla kabul edebilmenin ne kadar önemli olduğunu sık sık vurguladığımız bu günlerde, markanın bu davranışının başka kurumlara ve hatta muktedirlere örnek olmasını diliyorum.

Koray Onur

23 Haziran 2013 Pazar

FATURAYI ÇALIŞANA KESEN BİR FİRMA, BODY SHOP

3 gün önce (20 Haziran 2013) günü, Body Shop'tan bir roll on aldım. Üstündeki etikette 19.50 olan fiyat, kasada 21.50 olarak gözüktü.

Görsel koymaya gelince mutlu çalışan bulmak kolay :)
Bilindiği gibi, tüketici hakları gereği, bir ürünün etiketindeki fiyat kasada da geçerlidir. Bir zam olmuşsa da, onu etikete yansıtmamak şirketin hatasıdır ve şirket tüketiciye bu ürünü, etiket fiyatı üzerinden vermek zorundadır.

Ben bu konuyu hatırlatınca kasadaki arkadaş, amiri olduğunu tahmin ettiğim bir başkasını çağırdı. Bu gelen şahıs, kasanın bu ürünü etiket fiyatıyla okumayacağını söyledi. Hemen arkasından da, " eğer size böyle indirimli verirsek aradaki farkı bu arkadaştan keseceğiz." dedi.

Sevgili amirin, iki liralık fark için arkadaşını öne sürmesini bir kenara bırakmak mümkün mü? 

Onun ve koskoca(!) Body Shop'un yaptığını ben yapmayayım, çalışanına, ona emeğiyle değer kazandırana layık gördüğü muameleyi, insan olmanın gereği olarak, ben yapmayayım dedim ve ısrarımdan vazgeçerek iki lira farkla ödemeyi yaptım.


Ama amir gidince o çalışan arkadaşa, "Amiriniz sizi müşterinin önüne attı, şimdi nasıl hissediyorsunuz?" demekten de kendimi alamadım. Fakaaaaat!

O amir, bunu kafasına göre söylemedi heralde. Demek ki Body Shop'un böyle bir uygulaması var, ve amirin tek hatası, bu durumu kendini rahatça kurtarmak için dışardan biri olan müşteriye açık etmesiydi.
İnsan kaynaklarının sloganıyla uygulama pek örtüşmüyor..

Durumu daha da açıklığa kavuşturmak için Body Shop'un sitesinde bir iletişim bilgisine ulaşmaya çalışırken, insan kaynakları bölümünde gördüğüm slogandaki çelişki ve sitedeki telefon numarasından hiçbir yere ulaşamam beni bu yazıyı yazmaya itti.

Kozmetik ürünleri üreten Body Shop, hayvanlar üzerinde deney yapmayan firmalarla çalışmayı tercih etmesi sebebiyle dikkat çekici. Ancak aynı özeni çalışanları için de göstermiyor olsa gerek ki, iki lirayı bile çalışanından kesebilecek tıynette. Ne de olsa, büyük(!) marka olmak kolay değil.

Ancak çalışanına bu muameleyi reva gören bir firmanın, hayvanlar konusunda ne kadar samimi olduğunu an itibariyle sorgulamaya başladım  (Bu konuda bilgilendikçe buradan paylaşacağım).

Daha önceki Temiz Marka Olabilir mi? adlı yazımda dikkat çektiğim nokta, Body Shop için ne kadar geçerli hep birlikte göreceğiz.

Koray Onur


19 Haziran 2013 Çarşamba

DÜNYAYI CEBİNDE TAŞIYAN NESİL

Baba (!)
İnsanımız,uzun bir süre boyunca,  bir başkanın ya da başbakanın, “baba”lık özelliği olması gerektiğini düşündü. Bu, Osmanlı’dan miras bir fikirdi. Her şeyi devletten bekleyen bir kolaycılıkla birlikte, sorgulamamanın, körü körüne devlet bağlılığının, teba olmanın kalıntıları “Sen, bizi yönetenlerden daha iyi mi bileceksin?” yaklaşımıyla kendini gösteriyordu.


Tonton (!)
1980 sonrası, özellikle Turgut Özal’ın başbakanlığı süresince, daha “Tonton!” bir devlet yaklaşımı hakim oldu.Bu “Tonton”luğun da bir sebebi (ya da bedeli) vardı: Götürücülüğün, devlet dairelerindeki rüşvetin bizzat başbakanın  “ Benim memurum işini bilir.” söylemiyle legalleştiği, kurumların içinin çürümeye başladığı ama yüzeyde otobanların yapıldığı 2. köprülerin hayata geçtiği bir dönem... Halk kendini ister istemez şöyle teselli ediyordu “Adam yiyor, ama hizmet de yapıyor.”


İktidarın başındaki bakanlar ve bakanlıklar, milletvekilleri sanki bize hizmet etmek için aday olmuş insanlar değillermiş, bambaşka işleri varken aslında lütfedip bize hizmet de ediyorlarmış, eh bunun karşılığında biraz da kendi ceplerini haklı olarak dolduruyorlarmış gibi bir batıl inancın n


eredeyse toplumun tüm damarlarına nüfuz ettiği bir kültürel dönemeçten sonraki ekonomik bocalama sürecinin meyvelerini de toplayan AKP, işte böyle bir zamanda başa geldi.


Tepeden bakan
Ancak toplumların da bir evrimi olduğunu hiçbir zaman göremedi AKP. Evrim kuralı gereği, her nesilde işe yaramayan organların köreldiğini, işe yarayanların ise güçlendiğini idrak edemedi.


Yeni nesil AKP’nin eline doğmadı belki ama, kendilerini bildiklerinde AKP’den başka da bir şey görmediler. Onlar ne Özal’ın “Tonton”luğunu; ne Demirel’in şapka destekli “ Baba”lığını gördüler.


Ama bu yeni nesil Türkiye’de doğmadı, bu yeni nesil, sınırsız bir haberleşme ağının içine doğdu. Her bilgiye istedikleri zaman ulaşabilen; kendilerine sunulan dışında dünyanın her yerindeki yorumları beyin süzgecinden geçirmeye muktedir olarak doğdu bu nesil. Haliyle doğar doğmaz dünya vatandaşı oldular, dünyanın her yerine onları götürebilecek pasaportları olan bilgisayarlar önce çantalarına, sonra ceplerine girdi.


Tüm dünyayı cebinde tutan birisi, artık bir başbakanın ona ileri geri konuşmasına “Ananı da al git”; “En az üç çocuk yap.”; “Ben senin dindar olmanı istiyorum.”; “Taraf olmazsan bertaraf olursun.” gibi laflara pek papuç bırakmaz.


Cebinde dünyayı taşıyan biri, eğer geçmişte devletin ağır yumruğunu orasında burasında hissetmemişse, hiçbir şeyden korkmaz.


Cebinde dünyayı taşıyan biri; başbakan dahi olsa bir şey söylemek istediğinde, onu karşısında kendisine kıymet verir bir şekilde bulmak ister. O ne baba ister, ne de “yese de hizmet eden” bir bürokrat; o, her şeyden önce dikkate alınmak ister.


Cebinde dünayayı taşıyan nesil; karşısında bir “insan devlet” görmek istiyor. İstediği zaman konuşabileceği, yeri gelince geri adım atıp özür dileyecek bilgelikte bir devlet istiyor.

Talep bu!


Talep yeni bir devlet adamı şekli.

19 Nisan 2013 Cuma

SEÇENEKLERİN FAZLALIĞI, TUTSAKLIĞIN TA KENDİSİ

Eşyalar, etkinlikler arasında seçeneğin bol olması, hepimizin hoşuna gidiyor.

Peki seçeneklerin bolluğu gerçekten harika bir şey olabilir mi?

Değişik tatlarla bezeli bir restoran, aynı türden birçok markayı içinde barındıran bir süpermarket... Bunlar bize keyif mi veriyor peki?

Öyle gibi gözükse de, seçeneklerin fazlalığı en basit konuda bile bize çok zaman kaybettiren ve huzursuzluğa sürükleyen bir şey olabiliyor. Çünkü karar vereme yetimizin elimizden alınması, huzursuzluk ve kaygıyı arttıran en önemli etken.


Bu kadar çok telefon varsa niye herkesin elinde bunlar var lan?
İçinde bulunduğumuz, liberalizm taklidi yapan vahşi kapitalizm, seçeneklerin fazlalığını özgürlük yolunda en büyük adım olarak gösterirken, arasından hangisini seçeceğimizi dizayn ederek, arka plandan bizi tutsak ediyor. "Moda olan", " Popüler", "En çok satan", "En güvenilir" gibi tanımlamalarla bizi ince ince işliyor, biz ise her şeyi kendi tercihimiz sanıyoruz.

Bir illüzyonist sizin çekeceğiniz kağıdı bilemez, ama hangi kağıdı size çektireceğini bilir. Siz seçimi kendiniz yaptınız sanarak aslında illüzyonistin kuklası olursunuz ve onun becerisine şaşarsınız, günümüzde sistemin yaptığı da bundan farklı değil.

Sistemin bir diğer yönlendirme taktiği de, seçenekleri karmaşıklaştırarak, tercih etmenizi istediği seçeneği nispeten daha basit hale getirmek. Böylece kafanızın karışmasından kurtulmak için, bıkkınlık içinde, seçeneklerin en basitine yönelirsiniz. O sizin hiç işinize yaramayacak olsa bile... Bu duruma en iyi örnek ise GSM operatörlerinin kampanyaları: Eğer bir kampanyaya dahil olmazsanız, faturanız öyle karmaşık hesaplar yüzünden kabarıyor ki, hemen herkesin yaptığı gibi, hiç kullanmadığınız dakikalar, smsler olduğu halde, sırf "kafanız rahat etsin" diye düşünerek, fiyatı sabit kampanyalara boyun eğiyorsunuz. Ama sorsak, istediğimiz seçenekle konuşma özgürlüğümüz var. "Sürpriz faturaya son!" diyerek bize kampanyalarını satan bu operatörlere "Bu sürprizi bana babamın oğlu mu yapıyor, her ay bana sürprizle 'giren' faturayı gönderen yine siz değil misiniz?" diye sormak bile bu karmaşa içinde aklımıza gelmiyor.

Özgürlük gibi görünen tutsaklık, gerçek tutsaklıktan daha tehlikeli. Bu, bir çoklarının "çok büyük konforlara haiz" diye kıçını yaladığı, sistemin yaptığı da bu.

Koray Onur

13 Mart 2013 Çarşamba

TÜKETİCİ NEYİ HAK EDECEK!

Kimse size borcu,
babasının hayrı için vermez.
Bankalar ise hiç...


Tüketici Hakları Derneği diye bir dernek var. Yıllardır biz tüketicilerin çeşitli konularda temsil edildiği, beğenilmeyen ürünün iadesindeki kolaylaştırmalardan tutun da, hunharca zamlanmış otobüs biletlerinin zamlarının geri alınmasına kadar birçok konuda müdahil olmuş, kazanımlarımızda hakkı olmuş bir dernek...

Bu derneğin üyeleri de münferit olarak değişik mecralarda tüketici lehine davalar açmış kazanmış insanlar.
Şimdi, haksız banka kazançlarına karşı bugün ve yarın (13-14 mart) bir boykot düzenliyorlar. Bu iki günde, bankalara gidilmeyecek, hiçbir bankacılık işlemi yapılmayacak, kredi kartı ya da banka kartı kullanılmayacak.

Ellerindeki paralarımızla sürekli oynayan, "para çevirmeleriyle" karlarını arttıran bankalar, bir de kanuna aykırı aidat ve masraf adı altında ne idüğü belirsiz bahanelerle paraları zimmetlerine geçirmekteler.

Bu haksızlığa karşı herkesi 13-14 Mart günlerinde bu anlamlı boykota davet ediyorum.

Koray Onur

Tüketici Hakları Derneği'nin internet sayfası ve sözkonusu boykotla ilgili yazısı için : http://www.tuketicihaklari.org.tr/

11 Şubat 2013 Pazartesi

TEVAZUNUN SAHNEDEKİ YANSIMASI: DOYÇLAND

Güzel olmayan kadın, hep daha çok makyaja ihtiyaç duyuyor. İçerikten yoksun insanın da, güzellik arayışı hep dış güzelliği üzerinden oluyor.

Günümüzdeki tiyatronun durumu da buna benziyor. İçeriğiyle değil, plastiğiyle seyirciyi etkilemeye çalışan bir tiyatro anlayışı öyle bir hale geldi ki, artık, şaşalı kostüm ve dekorlar, özelde oyuncu, seyirci ve yönetmenin, genelde insanoğlunun hayalgücünü bastıracak kertede etkin olmaya başladı.

İzlenmesi gereken, çok hoş bir oyun, Doyçland.
Artık,  "Şaşalı dekor ve kostümler yap ki, rejiyle ilgili bir fikrin olup olmadığının üstünde kimse durmasın." anlayışı iyice egemen. Fondöten olarak kullanılan bir kostüm ve dekor anlayışı.

Ben yukarda yazdıklarım üzerine düşünüp, kafamı bunlarla meşgul ederken, karşıma Tiyatro Anadolu'nun Doyçland adlı oyunu çıktı. Sadeliğin; oyunculuk üzerine duran bir reji anlayışının; dekorun amaç değil, araç olarak kullanılmasının bir bileşkesi, Doyçland.

Beliz Güçbilmez'in yazdığı Doyçland, edebi bakımdan çok güçlü olmamasına rağmen, doğru düzgün; aşırılıklardan, lüzumsuz süslemelerden arındırılmış bir metin. Kurgusu da, hiç yabana atılacak gibi değil, hatta yönetmene olanaklar sağlamaya pekala muktedir.

Oyun bir türküyle başlıyor. Hoş, "İki bölüm, türkülü oyun." diye tanımlanmış bu oyun, zaten birçok yerde, Direktörlüğünü  Oktay Köseoğlu'nun yaptığı  türkülerle devam ediyor. Sahnede, bir oyun kurgusu içinde şarkı söylemek; bu şarkıların, türkü gibi, bize ait bir türden olması; müziğin sadece, yine Oktay Köseoğlu'nun tarafından, canlı çalınan bir piyano eşlğiyle sağlanması gibi şeyler oyuncu olarak iştahımı kabarttı.

Bu noktada hareket düzenine de değinmek lazım. Erdinç Anaz'ın, hareket düzenini yaparken takındığı "yumuşak" tutum, dansa varmaya çalışmayan, ama basit hareketler dizgesi de diyemeyeceğimiz üslup, son derece hoştu. Oyuncuyu da yormayan, türkülerle bütünleşik bu tarz, oldukça da kullanışlı...

Erol İpekli'nin, kendini hissettirecek ya da yönetmeni seyircinin gözüne gözüne sokacak dokunuşlardan ve "artizlikler"den kaçındığı belli olan bu oyunu, beğenmemek mümkün değil. Bir kişi, böyle bir oyunu beğenmedim diyemez. Bu oyundan hoşlanmayabilirsiniz. Ama beğenmedim demeniz mümkün değil. Bu hissiyatı oluşturmak ve böyle bir reji tartımını kurgulamak oldukça zor. Bu bakımdan yönetmen Erol İpekli'yi kutlamak lazım.

Yönetmenin bu tavrını oyunculara da yansıttığını, sahnede izlediğimiz oyunda rahatlıkla görüyoruz. Aylin Aydoğdu, Arif Pişkin, Ezgi Uzşen, Nazan Yerli, Arzu Turan, Berk Kırlak, Ozan Karaahmet, Ediz Akşehir, Simten Demirkol 'dan oluşan oyuncu kadrosu, yönetmenin rejide seçtiği yolu büyük bir başarıyla yürüyerek, yalın, gereğinden fazla olmayan ama aza da kaçmayan bir oyunculuk edasını taşıyorlar.

Bütün ekibi tek tek tebrik ediyorum. Tiyatro Anadolu'nun yolu, birçok tiyatroya örnek olmalı.

Koray Onur

4 Şubat 2013 Pazartesi

HİPERAKTİF: BOŞ BELEŞ KULLANILAN BİR SÖZCÜK

Geçenlerde başıma gelen bir olay, bu konuda duyarlı olmamız
 gerektiğini bir kere daha anımsattı.

    Bugün PTT’de, kapıdan gelen “Şuraya otur!” diyen kadın sesiyle irkildim. Önünden bir erkek çocuğu içeri daldı. Kadın arkasından, “Şuraya otur” vb. bağırıyordu. Çocuk hiç durmadan direk müdürün odasına girdi. Müdür odasında olmadığı için, çocuk kendine bu kadar güvenli bir şekilde odaya dalınca, söz konusu kadını müdüre sandım.

   Çocuk müdür odasını darmadağın etmeye başladı. Önce annesine kızgın olduğunu düşündüm. Ancak suratındaki ifadede böyle bir işaret yoktu.

   Çocuk odadan çıktı ve direk binanın da dışına gitti. Annesi yetişemedi, arkasından “tutun!” diye bağırdı. Ortalık birbirine girdi, bazı insanlar dur, diye bağırıyor, aslında birçoğu yardımcı olmak istiyor ama, başkasının çocuğu olduğu için, mesafeli davranmak istedikçe ortalık iyice karışıyordu.

   Çocuk bankonun arkasına geçti. Memurun önündeki mührü kaptığı gibi ağzına attı. Atmakla da yetinmedi, çiğnemeye başladı. Annesi ağzındakini çıkarsın diye çocuğun ensesine hafif hafif vurmaya başladı. Bunu yaparken kendine has ustalık ve alışılmışlık gözüküyordu.


BİR UYARI

   Hani, çocuğuna bir deha atfetmenin yeni ve moda yolu “Bizim çocuk hiperaktif bir dakika durmuyor genius şekerim!” demek oldu ya, bugün yaşadığım deneyim bana bunu hatırlattı. 

   Hiperaktivite  bu tecrübede olduğu gibi kişinin yakın ve u
zak çevresinin hayatını mahfeden bir rahatsızlık. Olur olmaz yerlerde bu hastalığın adını kullanıp gerçek mağdurlarına haksızlık etmeyin.

Koray ONUR