6 Aralık 2010 Pazartesi

ŞİŞKO NEŞESİ


bazı şişmanlarda gözlemlediğim, şişmanlığından utandığından ya da kompleksinden dolayı suratına yerleşmiş, aptal bir gülümseme ve altyapısı olmayan bir neşe haliyle kendini gösteren durum, vaziyet.

bunlar her şeye olumlu bakarlar, olayların olumlu olmasına bir itirazım yok da, olumsuz taraflarını da görmenin ne zararı var? bunların bir ikisi aynı yerde oldu mu, yapaylıktan ve neşe patlamasından ölecek gibi oluyorum.

şişmansan şişmansın kardeşim, hemen ne kompleks yapıyorsun da, neşenle kendini parlatmaya çalışıyorsun, anlamadım ki. biraz daha oku, gez toz, çalış, bilgili ol, fikrinle değer kazan, normal insanlar değer kazanmak istediğinde ne yapıyorsa, sen de onu yap kardeşim. oyun hamuru olmana gerek yok ki...

benim nazarımda şişman olduğu için kendini eve kapatan, depresif hallere girenlerden hiçbir farkları yoktur bu nevi insanların: biri kendini duvarla kapatıyor, öbürü maskeyle.

4 Aralık 2010 Cumartesi

BİLİM VE SANAT İLE YAŞAMAK DEĞİL, VAROLMAK

15 milyar yıl önce büyük patlama gerçekleşti, 5 milyar yıl önce Güneş ve 4 milyar yıl önce üzerinde yaşadığımız Dünya oluştu... İnsanın evrilmeye başlaması ise 4 milyon yıl. Tüm bu zamanlar içinde bir kişinin 60-70 yıllık yaşamının kapladığı yeri biraz düşündüğümüzde, kendimizi pek bir önemsiz hissetmemiz mümkün.

Aslında bu sadece basit bir ego problemi. En mühim, en gerekli, en zeki, en, en, en varlık olarak görüyoruz kendimizi ve yukarıdaki rakamları biraz göz önünde bulundurduğumuzda kendimizi bu kadar ufak tasavvur etmeyi yediremiyoruz.

Oysa "önemsiz" yaşantımızı daha anlamlı kılmanın yollarını arayabilir; biyolojik varlığımızın son bulması halinde dahi varolabileceğimiz yollar bulabiliriz. Bana kalırsa ortalama insanın üstündeki her kişinin yapması gereken bundan başka bir şey de değil.

Zaten sıradan bir yaşamı seçmemiş, bir şekilde geliştirme ve dönüştürmeye kafa yormuş, hem de bunu sadece kendisi için değil tüm insanlık için yapma yoluna gitmiş insanlar bunun iki güzel yolunu bulmuş: Bilim ve Sanat.

Bilim ve sanatı kullanarak, 60-70 yıl yaşasanız bile bundan çok daha uzun süre varolabilmeniz mümkün: Newton'un, Einstein'ın, Mozart'ın, Shakespeare'nin öldüğünü söyleyebiliriz, peki varolmadıklarını söyleyebilir miyiz? Onlar, üretikleri bilim ve sanatla her an yanımızda, hayatımızdadır. Bu dünya ve insanlığın tarihi sürdükçe varolacaklardır.

Bilim ve sanatın çalışma şekilleri de oldukça birbirine benziyor. Zira ikisi de, herkesin elinin altındaki bilgileri kullanmakla birlikte, herkesin üretemeyeceği bir şey üretiyorlar. Arşimet'in suyun kaldırma gücünü hamamda bulduğu söylenir; hergün hamamda suyun içinde olan hamamcılar değil de, neden Arşimet? Michelangelo'nun yaptığı David (Davud) heykelinin malzemesi mermer olduğuna göre, o heykeli bir mermercinin yapması gerekmez miydi?

Hayır.

Çünkü aynı şeyler, farklı zihinlerde, farklı şeylere dönüşür. Bilim ve sanatın büyük sihri...

Rönesans bize "Bilim ve sanattaki gelişme ve değişimler" olarak öğretildi de, bir allahın kulu bilim ve sanat ikilisinin neden hep böyle aynı anda gelişip, aynı anda gerilediğini bunun tarih boyunca hep böyle olduğunu anlatmadı. Hoş bizim de sormak aklımıza gelmedi.

Sebep çok açıktı: Keşif ve yaratımın zihindeki süreci, sanat ve bilim sözkonusu olduğunda aynıydı.

Bilimden anlamayan sanatçının; sanattan haberi olmayan bilim insanının her zaman bir tarafı eksik kalacaktır. Bir oyuncu ile iyi fizik bilen bir oyuncu aynı olamayacağı gibi; bir matematikçiyle, müzikle ilgilenen, müzikten anlayan bir matematikçinin aynı olacağı düşünülemez.

Kendi yaptığımız işten başka bir işle ilgilenmemiz gerektiğini, yoksa bir konuda "uzman" olamayacağımızı söylediler bize.

Büyük bir yalan!

Beynimizi ve yeteneklerimizi küçümseyen, aşağılık kompleksi dolu küçük beyinli bir mentalitenin ürünü.

Buna kanmayın.

Böyle şeyler söyleyerek, bizi sahte "uzman" tanımlamalarıyla kurutuyorlar.

Oysa hayat bir tren gibidir: O, bütün vagonlarıyla birdir. Bir vagonu diğerinden ayıramazsınız, o tren olmaktan çıkar.

Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı; tecrübe mi, yoksa teorik bilgi mi önemlidir, gibi saçmasapan sorularla sizi seçim yapmaya zorluyorlar. Alttan alta, bunların hepsini yapabilmenin "imkansız" olduğu mesajını veriyor, bu türden tartışmalar. Bu tuzağa düşmeyin. Bunları boş kafalılar düşünsün.

Herşeyi bilmek mümkün değil, ama her şeyi bilmeye çalışmak insanın görevidir.

Eskiden, " ben, hiçbir dil bilmiyorum, ama Türkçe'yi çok iyi biliyorum, bu yeterli. Çoğu kişi Türkçe'yi bile doğru dürüst bilmezken, başka dil öğrenmeye çalışıyor." derdim. Bu cehaletimi, parlak laflarla gizleme çabamdan başka bir şey değildi. Böyle parlak parlak söylediğimden, bana katılan çok insan da bulmuştum hatta.

Bu tür aptallıklara gerek yok. Bilmeye, bildiklerini analiz etmeye uğraşmayan bir kişinin nazarımda hiç değeri yok. Hele cehaletini savunanlara, yazık.

Zaten, evrenin yaşı yanında mikroskobik gözüken 60-70 yılım var, boş işler ve insanlarla vakit kaybedemem.

19 Ekim 2010 Salı

TAVİZSİZLİK, KORKAKLIKTIR.

Tavizsizlik, taviz vermemek bir erdem değildir. O, prensiplerine bağlılık ya da değerlerine bağlılıkla karıştırılan başbelasıdır.

Sınırlı ve dar bir bakıştan doğar tavizsizlik. Her türlü darlığın ve sınırın en temel sebebi ise korkudur.

Eğer kendimizi güvende hissetseydik, hiçbir hırsızın yaşamadığı bir ütopik dünyada olsaydık, kapımızı kilitler miydik; gizleyecek bir şeylerimiz olmasa perdelerimizi kapatır, komşumuzla aramıza duvarlar örer miydik?

"Benim dokunulmazlarım var." diyen biri korkmaktadır. Dokunulmazlara dokununca ortadan kalkacağına, hiçbir amacı kalmayacağına inanan, aciz bir korkaklıktır bu.

Kişinin taviz vermeyeceği hiçbir şey olmamalıdır. İdeal olan bu. Çünkü ideal hiçbir şeyden korkmayan kişidir. O kişidir ki, uçsuz bucaksız bir dimağa ve kimseye hesap vermeyi dahi düşünmeyecek güvene sahiptir.. Korktukça sınırlı olursun, küntleşirsin.

Korkularla dolu olup aşık olunamaması bundan. Sen korkularınla yarattığın "tavizsiz" ve sınırlı dünyanda, aşk gibi sınırsız ve her anı özveri isteyen bir şeyi bekleme, daha çok beklersin.

"Şunu yaparsa affetmem." ; " Bu benim olmazsa olmazımdır." derken çok güçlü göründüğünü sanan ahmakların halini; risk alarak, acıyla aşkın yolunda yürüyenlere gıpta ve kıskançlıkla bakarken hep görmüşümdür.


1 Ekim 2010 Cuma

AÇIKSÖZLÜLÜK VE BOŞBOĞAZLIK

Samimiyet ve laubalilik arasındaki farkın anlaşılmasıyla, açıksözlü ve boşboğaz arasındaki fark da anlaşılır.

Açıksözlülükle ilgili, anlaşılması gereken ilk şey, onun kesinlikle, her akla gelenin söylenmesi olmadığıdır.

Açıksözlülük, vanası olan bir musluğa benzer; boşboğazlık ise, ne zaman su versen onu akıtan, vanası laçka olmuş musluktur. Boşboğaz, ne zaman bir şey söyleyecek olsa, kontrolsüzce harfler dizilerini döktürmeye başlar. Bu kontrolsüzlüktendir ki, boşboğaz insanlar genelde gevezeler arasından çıkar.

Açıksözlü kişi kontrollüdür. Sözcükleri, cümleleri, yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi tutar: Ne yere düşürecek kadar gevşek, ne de incitecek kadar sıkı... Tam olarak neyi, ne kadar söylemesi gerekiyorsa, onu söyler. Peki bu nasıl olacak?

Eğer kişi, neyin ne kadar söylenmesi kararını, kendi penceresinden değerlendirirse, yanılması büyük ihtimaldir. Açıksözlü olmak için bazen can sıkıcı şeylere de katlanmak gerekebilir. Hiç istemediğimiz halde, bir kişinin kalbini kırma riskini de almak gerekebilir. Kişi, neyi, ne zaman, ne kadar söylemesi gerektiğine duruma bakarak karar vermelidir. Kendimizi zorlamadığımız için "suya sabuna dokunmayan" biri haline de gelebiliriz.

Örnekse; Suya sabuna dokunmayan Ali, karşısında kendisine Mahmut diye hitap eden kişiyi uyarmaz. Onu uyarmayı, kusurunu yüzüne vurmak olarak görür, onun kırılmasından korkarak uyarmayarak, bu işi başkasına bırakır. Ama boşboğaz Murat, hemen o kişiyi ortalık yerde uyarıp utandırır. Açıksözlü birinin yapacağı iş ise, ne durumu görmezden gelmektir ne de insanların gözüne sokarak uyarıyı yapmaktır. O, uygun bir dille (lisan-ı münasip) hatayı yapan kişiyi uyarır.

Boşboğaz kişilerde görülen bir hastalık ise, söyledikleri şeyler sonucunda karşılarındaki kişiler, sarsılmamışsa sözlerinin etkisiz olduğuna dair düşüncedir. Oysa bu, bir toya, bir acemiye, karşıdakinin zekasını, kapasitesini küçümseyen kişiye ait olacak türden bir yaklaşımdır. Ancak bunlar, konuşmalarını, açıksözlülük kisvesi altında, kırıcı ve hoyrat bir perdeden yaparak erdemli davrandıkları yanılgısıyla, bir ömür geçirirler.

Açıksözlü kişi, lafa öncelikle karşısındakinin kapasitesini tahlil ederek başladığından, muhatabı, kendisine verilen değeri anlar ve hisseder. Daha bu noktada, açıksözlü ile boşboğaz arasındaki fark ortaya çıkar. Karşısındakinin kapasitesini, ruh halini, ortamdaki değişkenleri hesaplayan kişi, söyleyeceği ne olursa olsun, iyi bir tartım yaparak, kontrolsüz bir boşboğaza karşı daha baştan avantajlıdır.

Açıksözlü olmak bizi yalandan uzak tutar. Boğboğazlık, sevilmeyen ve egosu yüksek bir kişi yapar.

Açıksözlülük bir erdem; boşboğazlık, kusurdur.

8 Eylül 2010 Çarşamba

TOPLUMUN KENDİNE YETENDEN DUYDUĞU KORKU

Toplum ve dinler, insanın kendi kendine yetebilmesinden her zaman korkmuşlardır. Bu yüzden de, kendi kendine, başkalarını umursama zorunluluğu hissetmeden bir şeyler yapabilenleri ya küçümsemiş, dışlamış ya da "günaha batmış" saymıştır.

Kendi kendine konuşana deli denmesinin; kendi başına, kimseye muhtaç olmadan ortalıkta dolaşan birine, asosyal sıfatının yapıştırılmasının; kendini öldürmenin günah sayılmasının, mastürbasyonun da hala bir çok kültürde ayıplanması, günah sayılmasının altında yatan sebep budur.

Tüm bunlar, toplumun kendi kendine yetebilen kişiye karşı duyduğu korkudan kaynaklanan şeylerdir. Ne de olsa, toplum denen şey, başkalarına ihtiyaç duyan insanların oluşturduğu bir bütündür ve insanların bireysel bağımsızlıklarını ilan etmesi, toplumların sonu demektir.

Toplum, onun parçası olduğunuzda, sizi, insanlara ihtiyaç duyacağınıza inandırarak, büyük egemenliğini kurar. Aslında sizin topluma değil, toplumun varlık gereği, size ihtiyacı olması bir yana, bu sözleşme kabul edildiği an, toplum, birçok dayatmayla karşınıza çıkar.

Bunun benzeri bir çalışmayı bankalarda görebilirsiniz. Bankaların hitap ettiği şey, insanların yumuşak karnı olan "güvenlik"tir. Bu güvenliği sağlayacakları ortamı yarattıkları yerin kapısından içeri girdiğinizde, paranızın güvende olması için hiç de gerekli olmayan şeyleri yapmanız gerektiğini söylerler. Sistemleri karmaşık ve sıradan kişilerin algılayamayacağı türden olduğundan, kendimizi biranda takip edilmesi gereken bir çok konu içinde buluruz: Ekstreler, hesap cüzdanları, aynı bankaya ait olan ama hepsi farklı işlere yarayan(!) kartlar arasında boğuluruz. "paranızı burada sadece bırakmayın, faiz ya da katılım payı ister misiniz?" gibi ayartmalarına karşı koyduğunuzdaysa size bir andavalmışsınız gibi bakarlar.

İşte toplum da aynı bu şekilde bir sürü ayartmayı "tatlı tatlı" yaparak, sizi iyice kendine muhtaç hale getirir.

Halbuki toplum çok korkaktır. Tüm baskılarının altında yatan tek neden korkularıdır. Baskı, yasak ve kuralların olduğu yerde, mutlaka korkular bulunur, bunu unutmayın. Bir toplum da, ne kadar korkacak şeyi varsa, o kadar baskıcı ve kuralcı bir hale gelir.

Toplumun korkaklığını anladık: O, çok iri göründüğü için kimsenin bulaşmaya cesaret edemediği adam gibidir. Aslında, kimse ona bulaşmaya cesaret edemediği için, nasıl karşı koyacağını, kavga edeceğini bile bilmez. Yapılması gereken şey, sadece, üstüne yürümektir. göreceksiniz ki, toplum size saygı duyacak, hatta önünüzde eğilecek.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

DİNİ ÖĞRENMEYE ÇALIŞAN ATEİST

öğrenmek bir süreçtir ve bitmez. bir insanın ateist olması da, dini konulara, kaynaklara artık uzak olduğu anlamına gelmez. dinin toplum hayatındaki etkilerini, fakirleştirdiği gibi zenginleştirdiği noktaları anlamak için dinleri bilmek, kutsal kitabı olan dinlerin kitaplarını başucundan ayırmamak ya da referans oluşturan din alimlerine yakın durup, onları takip etmek sadece bir dindar ya da ateistin değil, dünya gerçeğine kafa yoran tüm insanların yapması gereken, doğal bir şey.

Bir Türkçe aşığı, hayranı ya da takipçisi olabilir, Türkçe'nin en güzel eserlerini veren biri olabilirsiniz. Ama, sırf bu yüzden, yabancı dil öğrenmemek, bu zenginlikten faydalanmamak, ahmaklıktır.

Ateist olup din bilmeyen; dindar olup, ateist teoriler ya da yaklaşımlar hakkında bilgisi olmayanlar ve bu konuda kendini geliştirmeyi düşünmeyenler de aynı ahmaklıktan mustarip.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

AŞKTA TEKLİK ve BİRLİK

Sevgi ve aşk ilişkilerinde bu kavramların o kadar büyük önemi var ki, üzerine biraz kafa yorsak, her şeyin çözümünün burada yattığını bulabiliriz. İlişkilerdeki sorunları halletmenin ne kadar kolay olduğunu görünce şaşırabilirsiniz.

Duygusal ilişkilerde gördüğüm kadarıyla insanların sorunları büyük oranda teklik ve birlik kavramlarının çatışmasından ortaya çıkıyor.

Tek, yani eşsiz olmak insanın en önemli özelliklerinden biri (bir ve tek olmak üzerine bkz. buraya). Yaşayış, hayata bakış, çevreyi algılayış vs. noktasında kimse kimseye benzemiyor. Oysa insan ne zaman birileriyle ilişkiye geçmeye başlasa, hayata bakışlardaki bu farklılık hemen ortaya çıkıyor. Benzersizliğimizi bir ilişki içersinde koruyabilmek, zor ve emek gerektiren uzun bir süreç.

Karşımızdaki ile “ilişki kurmak” yerine, onunla “birlikte olma”ya çalışsak bütün sorunlar çözülecek. Formül kolay ve cevap yanıbaşımızda, gel gör ki, uygulaması zor.

İnsanlar ilişki kuruyorlar, ama birliktelik kurmuyorlar. Tekliklerini birlik içinde korumaya çalışıyor, sonra da “Neden uyuşamıyoruz?” diye, üzüntüyle soruyorlar.

Çünkü bir olmak, öyle hop diye olacak bir şey değil. Bu uzun yol, sabır, tokgözlülük ve disiplini barındıran özellikler bekler. Eğer sizde bunlar yoksa, kimseyle birlikte olamazsınız. İlişkileriniz gelir, geçer ama birliktelik sadece bir hayal olarak kalır.

Birlikte olmak, fiziksel değil, mental bir durumdur. Birlik hali, sevgilinin hep dibinde olması gibi bir şart aramaz. O, bu tip kaygılardan uzak; kendinden ve karşısındakinden emin; “ona rağmen” değil, “onun için” varolan ve yıpratmayan bir haldir.

Şimdi kendi ilişkilerinize bakın ve bunlar bende var mı diye düşünün. Ancak bunu düşündükten sonra gerçek bir tartım yapabilirsiniz.

Birlikte olmayı duygusal ilişkiler açısından anlatıyor olsam da, bu sorunun çözülmesiyle her tür ilişkinin düzeltilebileceğini görebilirsiniz.

İlişki, “ilişik olmak”tan gelir; birliktelik “bir olmak”tan...

Hangisini istediğinize karar verin. İkisi de birer yoldur. Siz ne istediğinizi bilin...

16 Temmuz 2010 Cuma

BİR OLMAK ve TEK OLMAK

Tek nedir? Bir nedir? Kullanım açısından aralarında bir fark yokmuş gibi gözüken bu iki kelime üzerine biraz düşünecek olduğumuzda, hiç de aynı şeyler olmadıklarını farkediveriririz. Tam olarak açıklayamasak da, gerçekten aynı şeyler değillerdir ve insanlığın düşünce tarihi boyunca da farklı iki kavram olarak kullanılmışlardır.

Tek olma, bir “benzersizlik” ifade eder. Bir nesnenin (burada nesneyi çevremizdeki her şey olarak kullanıyorum, canlı ya da cansız), tek olduğundan sözettiğimizde onun benzersizliğine vurgu yapıyoruz demektir. İngilizce de unique, osmanlıcada yegane (ah şu şapkası düşmüş “a”lar) olarak karşımıza çıkan kavramdır.

Bir olmak ise benzerlik ifade eder, “Bu kalemlerin hepsi bir, hangisini isterseniz alın.” cümlesinde olduğu gibi. Sayı olarak kullanıldığında ise bir benzersizlik değil, sadece o anda orada o özellikte bir nesneden kullanıldığına işaret eder. Örnekse: Burada tıp öğrencisi bir kişi var. cümlesinde o tıp öğrencisi, dünyadaki tek tıp öğrencisi değildir, ama sadece orada bir tane vardır.

Bir olmak aynı zamanda müşterekte birleşmiş durumdaki birden fazla nesnenin aynı yerde toplanmasından oluşmuş organizasyonlar ya da topluluklar şeklinde gözükebilir.

Bilerek bu zamana kadar kullanmadım, tek olma haline, teklik; bir olma haline ise, birlik deniyor. Birlik ve tekliğin en iyi kavrandığı düşünce sistemlerinden biri olan tasavvuf, bu konuyu çok iyi bir şekilde işlemiştir: Allah ile “bir”leşme üzerine kurulu olan tasavvufa göre, her insan tektir, Allah tecellisini (görüntüsünü) insanlar aracılığıyla, onlar üzerinden yapar. Allah’ın aynı (benzeri) olan insan, onunla bir olduğunda artık vahdet-i vücud hali meydana gelmiş demektir. Bu noktada, Allah ile insan ilişkisi dışında, tüm alem de bir yansımadır. İnsan, tekamül yolunda ilerledikçe de, Allah’a yaklaşır ve onun aşk ateşiyle yanar (bu durum, tasavvufta, pervane böceğinin ateşin çevresinde dönmekten kendini alamayıp, yanmasıyla simgelenir). Tasavvuf, bu yanmayı, bir yokoluş olarak değil, bir birleşme olarak algılayarak şu noktaya gelir:

“Evvel tek idik, şimdi bir olduk.”


Bu ezoterik bir söylemdir. Bunu söyleyen kişi, Enel Hak! (Ben Allah’ım) diyecek noktaya gelir ve malesef bu noktaya gelmiş niceleri, bu ezoterik anlayışı algılayamayan kitleler tarafından, ironik bir şekilde kafir (küfreden) diye suçlanmıştır.

Bütün bunları açıklayan sadece tasavvuftur, başka hiçbir ezoterik ya da egzoterik sistem bu konuları açıklamamıştır dersek, büyük bir hata yapmış ve ayıp etmiş olurum. Dünyanın kadim bir çok bilgeliğinin gelip dayandığı nokta bu olmuştur. İnsanın doğanın hakimi değil, sadece onun basit bir parçası olduğunu farketmiş her kişinin veya toplumun yönelimi bu “bir”lik kavramına gelip dayanmıştır.

Bir dahaki yazımda sevgi kavramında ve ilişkilerde bu birlik ve teklik meselesi nasıl yer kaplıyor onu yazacağım.

23 Haziran 2010 Çarşamba

"Pina Bausch'un istanbul'u" Nefes'in, Düşündürdükleri


Geçtiğimiz haziran sonsuzluğa uğurladığımız, dans tiyatrosunda devrim yapmış bir koreograf Pina Bausch, sahne insanlarının kalıcı olmadığına dair tezlere rağmen hala hayatımızda...

Sağlığında izleyemediğim, İstanbul için hazırladığı Nefes adlı gösterisini izleme fırsatını dün buldum. İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri arasında en prestijli ve anlamlılarından biri olduğu kuşku götürmeyecek bu gösterinin organizatörleri arasında yer alan Burak Çalıcıoğlu'nun misafirperverliği eşliğinde izlediğimiz gösteri bugün ve yarın (23-24 Haziran 2010) saat, 20:00'de, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde izlenebilir.

Sanatın her alanının kendine ait bir dili vardır. O dilin içine girdikçe, ondan zevk alma oranımız artar. Sanat zevkimiz, daha karmaşık; "Doğrudan anlatımlar"dan ziyade, atıflara ve hayalgücünü tetikleyici simgelere doğru evrilmeye başlar.

Söze dayalı olmayan sanat türlerinde (dans, resim, fotoğraf, heykel, enstrumantal müzik türleri vb.) seyircinin bu çabası biraz daha fazla olmalıdır ama çözümleme ve sanatın bu keşfe açık olan tarafı, büyük bir zevk barındırır.

Bir karadeniz folklor ekibini ya da bir hip-hop dans gösterisini izlerken, bunun ne anlama geldiğini sorgulamaz, hareketlerin çözümlemelerine girişmez, "acaba şu hareket ne anlamda yapılıyor, bunun entelektüel atfı nerede ki?" soruları kendimize ya da yanımızdakine sormayız. Ondan sadece bir haz alırız, nedenini araştırmadan ve üzerine düşünmeden...

Oysa ne zaman bir modern dans gösterisi izlesek, kafamızda hemen bu tür araştırmalar, sorular çakmaya başlar. Peki, alacağımız hazzın önüne geçecek kadar gerekli midir bu çaba?

Şahsi fikrim, önce haz duymak için izlenmelidir, bir sanat yapıtına hep bu öncelikle yaklaşılmalıdır. Ama o yapıtın altmetinlerini gözardı etmek gerek demiyorum. Sadece, "ben bunu anlayamam, bu kitap çok ağır okuyamam, bu resim abidik gubidik şekillerden oluşuyor, ben sergiye gitmeyeyim." demek yerine, sanatın derin sularına kendinizi bırakın demek istiyorum.

Pina Bausch'un bu konuyla ilgilendiğini sanmıyorum: Zira o, herkesin bir haz alabileceği eserleri ortaya koymakta o kadar başarılıdır ki...

Dün izlediğimiz gösteride de durum buydu. İlk günün şerefine düzenlenen resepsiyonda, konudan anlamadığı iddiasında olan insanlarla kendimizi içinde bulduğumuz "sanatsal" sohbet, bunun ispatıydı aslında. Bilmem benimle sohbet edenler bunu farkettiler mi?

Farkedilmemiş olabilir. Ama Pina Bausch'un, ışıklar içinde bize bakıp muzip bir ifadeyle gülümsediğine eminim.

22 Haziran 2010 Salı

UMUT KIRAN YANSIMALAR yahut BİR YAZARIN SESLENİŞİ

Kısa, rahat anlaşılır, anlatmak istediğini net bir şekilde ortaya koyan; hasılı, gevezelik etmeyen konuşmacıyı da, yazarı da seviyorum. Kafasındakileri netleştirmiş, katılsak da, katılmasak da, söyledikleriyle bizi düşünmeye sevk eden insanlardır bunlar.

Ferruh Sidar'ı, önceden hiç tanımazdım. Hala da çok tanıdığım bir yazardır diyemem, ama bende yukarda anlattığım türde bir yazar intibaı oluşturduğunu söyleyebilirim. Umut Kıran Yansımalar adıyla, kendi olanaklarıyla bastırılmış gibi gözüken bir deneme kitabı elime geçti. Başladığım gibi, bir deneme, bir deneme daha derken kitabın sonuna geliverdim. Zaten bu tür yazarların ortak bir özelliği de, bir solukta okunabilmeleridir.

Politika, sanat, demokrasi, hüzün, aşk gibi evrensel konuları ele alırken, kişisel bakışını her zerresinde hissettirdiği bu denemelere bir şekilde ulaşmış olmayı kendime şans adlediyorum. Ama insan, nice böyle değerli yazar ve düşünce insanının, henüz bizlere ulaşamadan sönüp gittiğini düşünmeden edemiyor. Umut Kıran Yansımalar ise, bu yönüyle umut veriyor bizlere.

Ferruh Sidar, fikirlerini açıklarken doğruyu arayan, onları, kimsenin hoşuna gitmeye çalışmadan, ağırbaşlılıkla aktarmaya çalışan bir yazar olarak gözüküyor.

Umut Kıran Yansımalar, özellikle şu tarihlerde okunması gereken çalışmalardan biri.

20 Haziran 2010 Pazar

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE


Özgürlük, öyle her iki lafın arasında söylenecek, ulufe gibi dağıtılabilecek bir şey değil. Bir kere özgürlük verdiğiniz kişi;

Tembel olmayacak: Eğer tembel birine özgürlük verirseniz, bunu, kendini geliştirmek için değil, "kendini dinlendirecek" hem de bitmek tükenmek bilmeyecek bir "dinlence" için fırsat olarak görecektir.

Açgözlü olmayacak: Bu insanlar özgürlüğü bir suistimal fırsatı olarak görüp, her türlü özgürlüğü kendine yontarak, kendi sınırlarını ve duvarlarını inşa eder.

Kompleksli olmayacak: Kendini ifade etme konusunda kompleksli, çevresinden aldığı onaylar yetersiz biri, sizin olgunlukla verdiğiniz özgürlüğü egosunu doyurmak için kullanacaktır.

Nezaket yoksunu olmayacak: Nezaketsiz biri, verilen özgürlüğü hoyratça kullanır ve ucunun nereye dokunduğunu düşünmez. Böyle biri, kurallara uygun olduğu halde, nezaketsiz davranmayı, özgürlüğünün ona tanıdığı bir hak olarak savunur.

Bunlar dışında, özgürlük verilebilecek kişinin özellikleri arasında, ağırbaşlılık, cömertlik, eğitimli olmak, uyanık/uyanmış olmak, geniş bakış açısı vb. birçok özellik, sayılabilir, yukarıda açıkladıklarım sadece örnek olarak koyduğum şeyler. Zira, tüm özellikleri açıklamak için ne benim bilgim, ne de sayfalar yeter.

Özgür olmak, kafanın rahat etmesi değil, kafanın sürekli meşgul olmasıdır. Özgürlük, bir son nokta değil, bir arayıştır ve sürekli olarak gelişip ilerler, büyür ya da gerileyip küçülür. Yaşayan, aktif bir kavramdır.

Özgürlük, büyük bir güçtür. Diğer büyük güçler gibi tartmadan, ölçülüp biçilmeden, ehil olmayan kişiye, iyi niyetle de olsa, verildiğinde korkunç sonuçlar doğabilir ve kaş yapayım derken göz çıkar: Bir yaşındaki çocukların ateşle oynaması kanunlarla yasaklanmamıştır. Bu çocuklar ve aileleri hakkında "3 ay ile 3 yıl arasında değişen hapis istemiyle" davalar açılmaz, ama bu özgürlüğü illa kullanacağız, diye çocukların eline kibrit ve benzin tutuşturmuyoruz. Ne zaman ki bu çocuk büyüyecek; el becerilerine hakim olacak (yetenek); ateşin zararlarını öğrenmiş olacak (bilgi); çıkacak bir yangının sadece kendini değil çevresini de etkileyeceğini düşünebilecek (nezaket) vb. ancak o zaman bu kişi "Ehil" olmuş denebilir ve kendine soyut bir "Ehliyet" verilebilir.

Toplumlar da aynen böyledir. Ama, hiçbir kanun koyucunun ya da devletin "Bunlar ehil değil, o yüzden şu yasaktır." deme hakkı yoktur. Bu organlar, toplumun ehil olması için gerekli altyapıyı sağlamak zorundadır. Gelişme denilen şey, özgürlüğün geliştirici yönü de bundan başka bir şey değildir zaten.

Yasaklara karşıyım derken, bir başıboşluk önermiyorum. Bir bilinç düzeyi öneriyorum.

15 Haziran 2010 Salı

HAYATA BİR YUMRUK


Çocukken de, yaşıtlarıma göre iriydim. Arkadaşlarımın, korkusunu, pek de bana bulaşmak istemediklerini hissederdim. Çocukluk ya, zaman zaman bunu kendi hesabıma kullandığım da olurdu.

Yine de, ne zaman oyun amaçlı ya da ciddi bir şekilde biriyle kapışacak olsam, yumruklarımı kullanmazdım. Karşımdakine tokat, çelme ve güreşimsi hareketlerle girişirdim. Bunun tek sebebi, insanlara yumruk attığımda, özellikle yüzlerine yumruk attığımda öleceklerini sanmamdı. Bu, arkadaşlarımın "Koray adamı bir vuruşta gebertir valla!" demelerinin mecazi anlamı dışında, gerçek anlamına inanmamdan kaynaklanırdı. onlar böyle söyledikleri için ben de kimseyi öldürmemek, katil olmamak için yumruk kullanmadım.

Ne zaman, suratıma esaslı bir yumruk yedim, işte o zaman anladım ki, insan çabucak ölmüyor. Bu tecrübe sonrası ne zaman kendimi savunmam gerekse yumruklarımı kullanmaktan geri durmadım.

Çevremde bir sürü insan görüyorum: Dertleri, tasaları, kafalarına taktıkları irili ufaklı bir sürü şey... Biri sevgilisinden, biri patronundan, öteki de ebeveynlerinden şikayetçi...

Ama hiç konuşulmuyor, diyalog kurulmuyor, hem de kötü bir niyetle yapılmıyor bu, tek sebep "Ya, bunu söylersem karşımdaki üzülür, kırılır, darılır..." oluyor. Böyle düşündükleri için insanlar kendilerine acı çektiriyor.

Ama hayat ve o hayatı oluşturan çevremiz bu kadar kırılgan değil. Bir şeyleri düzeltmek, çevremizdekileri, yaşadığımız hayatı iyileştirmek için bir yumruk iyi gelebilir. Bunu yapın, kimsenin, bazı şeyleri kaldırmakta sandığınız kadar zorlanmadığını göreceksiniz.

Hayata bir yumruk: Düzeltmek ve kararlı durabilmek için gerekiyor bazen. Söyleyeceğinizi cesurca ama karşıdakinin kaldırabileceği ölçüyü tutturarak söylemek, onu iyi değerlendirmiş olmaktan geçer. Bu dahi, birçok ilişkide insanların, karşılarındakine vermekten imtina ettikleri türden bir emektir. Bundan korkmayın. Bu hayatı taşıyorsunuz, onu siz yaratıp kurguladınız, çevrenizdekilerin bir çoğunu sizler belirlediniz. Hangi yumruğu, nasıl atacağınızı sizden iyi kimse bilemez.

Vurun!

11 Haziran 2010 Cuma

YILAN SEMBOLİZMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Yılan, birçok toplumda önemli bir simge olarak gözüküyor. Yılan (hem zehri ile), ölümü; hem de (içinde barındırdığı panzehir ile) yaşamı ve onun iyileştirici yönünü temsil eder. Tıpta simge olarak kullanılmasının nedenlerinden biri budur. Yani yılan simgesiyle, yaşamın ve ölümün bir bedende toplanmış olduğunu düşünebiliriz. yoksa şifalı bir bitki de, yılan yerine bir simge olabilirdi, ancak tek başına eksik kalırdı. Yılan simgesiyle anlatılmak istenen, aynı zamanda, "Hastanın iyi olması yine hastanın kendisine bağlıdır, esas iyileştirici güç onun içindedir. Biz ne yaparsak yapalım, önce hastanın iyileşmeyi istemesi gereklidir." noktasıdır.


Birbirine dolanmış olarak çok sayıda yılan tasviri bulunuyor: bu durumdaki yılanlar çiftleşme pozisyonunda demektir ve bu da bereketi simgeler, zaten hayat döngüsünün simgesi de ouroboros adı verilen ve kendi kuyruğunu yutan yılanla ortaya konmuştur.

Çiftleşme durumundaki yılan figürüne dönersek, bu, doğanın şifalı türlerinin, yine şifalı türlerle birleşmekle etkisinin artacağına işaret eden bir simgedir.

Ayrıca yılan, kovuklarda yaşayan, fakat hangi türü olursa olsun, yüzebilen, rahatlıkla tırmanabilen çok güçlü bir hayvandır. Bir çok işi başarabilen, aşkınlığın simgesi olan bir canlıdır. Tek eksik kalan yönü uçmaktır diyebiliriz. Ama kadim bilgelik bu hayvanı uçabilen ve dolayısıyla başka bir aşkınlık simgesi olan kuş ile birleştirerek, mitlere sokmuş, adına ejderha ya da dragon demiştir.


17 Mayıs 2010 Pazartesi

KÖTÜYE BAKIP, HALİNE ŞÜKRETMEK

Bulunduğu herhangi bir durumdan dolayı rahatsız olanları, dünyadaki daha kötü durumları örnek göstererek teselli edenleri oldum olası anlamam. Bu, kişileri ya da toplumları, teselliye uğraşanların, uyguladıkları bu metoda bir eleştiri. Yoksa insan, elbette, bulunduğu noktayı gerisindekine ve ilerdekine bakarak tayin etmeli...

Ama teselli ederken hemen kötüyü örneklemek, işin kolayına kaçmak, teselli edilenin potansiyelini değerlendirmeksizin "günü kurtarmak" adına, egoyu okşama üzerinden yapılan bir şey.

Birden fazla insana, aynı anda teselli vermek zorunda olan dinlerin, genelde, bu yolu seçmesi de gayet doğal. Kötüyü söyleyim, o kötü durumun detaylı ve güçlü bir tasvirini yap, sonra da şükür bekle... Dinler açısından bunu -doğru bulmasam da- normal buluyorum. Zira din, bireye değil, ümmete hitap eden bir şey.

Ama bir arkadaş ya da bir topluma bunu yaparsanız, iyi niyetinizden şüpheye düşerim. Zira, o kişi/toplumun dinamikleriyle bir başka kişi/toplumun dinamikleri ve barındırdığı potansiyel arasında, birbirlerine benzer görülseler de, dağlar kadar fark olabilir: Tarihsel süreç, politik yaklaşım, inançlar, ahlaki değerler ve daha sayabileceğimiz bir çok etken, o durumu hazırlamışken ve o sorunun içinden, bu etkilerin bağlamıyla oluşmuş kişi/toplum çıkmalıyken, "Bir de şunlara bak, onları düşün de, haline şükret!" demek, uyutmacadır. Anlık bir ferahlık sağlamaktır, başka bir şey değil.

Bu yaklaşımdaki arkadaştan da, siyasetçiden de uzak durmak isterim.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

John Malkovich gelmiş, hoş gelmiş. Buyrun Şeytani Komedya'ya.


Dün, büyük heyecanla, John Malkovich'in, Şeytani Komedya adlı oyununu izlemeye gittim. J.M. benim için gerçekten değerli bir oyuncudur. Hani o yaş holywood aktörlerinden bir kaç tane say deseniz, kesinlikle John Malkovich derim size.

Tiyatro kökenli olduğunu bildiğimiz bu oyuncunun, Tiyatro festivelinde tek kişilik bir oyunla, hem de enteresan bir hayatı olan, Avusturyalı yazar, şair ve gazeteci Jack Unterweger'i canladıracağını duyunca bilet bulmak için yapmadığım kalmadı. Sonunda bulduk ve izledik...

Beğenmek, ya da beğenmemek ayrı konu, ama dün izlenen şeye, oyun demek doğru olmaz. Çatışma yok, karakter yok, aksiyon yok... Bunlar olmayınca oyun, iki soprano ve bir orkestranın eşliğinde bir Jack Unterweger prezentasyonu gibi olmuş. İşin kötüsü, bu sunum yapılırken, Jack Unterweger'in hayatındaki çok ilginç noktalara hiç değinilmemiş. Bu arada, orkestranın eşliği demek ne kadar doğru olur bilmiyorum, zira oyuncudan ve oyunculuktan çok müzik dinledik dünkü gösteride, bu açıdan bakılınca John Malkovich, orkestra ve iki sopranoya eşlik etmiş bile denebilir.

Ben oyuna John Malkovich'i görmeye değil, John Malkovich'in oynadığı bir karakteri tiyatro sahnesinde görmek için gitmiştim. Ama eğer ortada bir oyun değil de bir sunu varsa sadece J. Malkovich görmüşsünüz demektir. Yani İKSV, bu çalışmayı bir tiyatro festivaline getirmişse, belli ki, John Malkovich'i bize göstermiş olmanın yeterli olacağını, izleyeceğimiz oyunun çok da önemli olmadığını düşünmüş olmalı. Bir tiyatro festivali'nde, tiyatro oyunu şartı aranması, belli ki, marka bir isminiz varsa, geri plana itilebiliyor. Kendimi İKSV tarafından kandırılmış hissediyorum.

Ama dün izlediğimiz şeyin bir güzel tarafı şu oldu: Eğer bir oyunun kurgusu kötü ise,bir oyun sıkıcıysa, aslında söylediğiniz bir şey yoksa, o oyunda John Malkovich'i oynatsanız bile işe yaramaz.

Sanki bir ödül töreni ya da özel bir etkinlikten önce John Malkovich'den bir oyun istenmiş, "hacı sen, şöyle sahnede bir iki dolaşırsın, ne bileyim arkaya bir orkestra döşeriz. Bir masa koyarız, tam ezbere de gerek yok, arada masanın üstündeki tekste gözatarsın zaten, yeter ki sen gel." denmiş, 3 gün içinde de böyle bir çalışma ortaya çıkmış gibi.

Dün izlediğimiz Şeytani Komedya adındaki çalışma, malesef olmamış. John Malkovich'in oyunculuğunu her zaman sevdim, ama dün bir oyun yoktu ki, oyunculuk görelim...

29 Nisan 2010 Perşembe

NEJAT BOZKURT'TAN, KAVRAMLARIN EVRİMİ :FELSEFE İÇİN "TÜRLERİN KÖKENİ"


Antolojleri, derlemeleri seviyorum: Hem birer kaynak olarak kütüphanemden sık sık çıkartıp faydalanıyorum, hem de ilgili oldukları konulara kuşbakışı bir bakış atabilmeme yardımcı oluyorlar. O yüzden antoloji ve derlemeleri elimden geldiğince takip etmeye çalışır, bu eserlerde emeği geçenlere de büyük saygı duyarım.

Dün bitirdiğim ve sıcağı sıcağına hakkında yazmak istediğim, Nejat Bozkurt'un, Kavramların Evrimi adlı eseri 2008 yılında çıktı. Kavramların Evrimi, kavramların günümüze kadar nasıl değiştiğini ve bu değişimin hangi süreçlerden etkilenerek olduğunu anlatan bir kitap değil. O, filozof ve düşünürlerin, Felsefe ve filozoflar; Bilgi, Bilim ve Teknoloji; İnsan ve Hakları; Sanat ve Estetik; Sevgi ile Aşk;İnanç ile Din; Şiddet, Savaş ve Barış; Gençlik ve yaşlılık vb. konularında deyişleri, görüşlerinin toplandığı bir derleme.

"Filozof ve Düşünürlerin Tanıklığıyla" altbaşlığıyla çıkan bu kitap, aslında kendisini okuyanın tanıklığıyla yol alıyor.

Ülkemizin önemli felsefecilerinden Nejat Bozkurt, böylesine zorlu bir işin altından kalkmış olmakla, naciz takdirimizi hakederken, çevirmen olarak kitabına alacağı tüm bölümleri orjinal dillerinden çevirerek (Antik Yunanca, Almanca, Fransızca, Latince, İngilizce gibi dillerden çeviriler sözkonusu) kendisine imrendiriyor da. Bu kadar nitelikli bir eseri kazandırabilecek felsefeci ve çevirmenlere sahip olmamız bizi gururlandıran bir kazanç.

Nejat Bozkurt'un da, belirttiği gibi, kavramların evrimi burada bitmiyor. Sürekli büyüyecek bir kitap bu. Öyle ya, sizin şu satırları okuduğunuz anlarda bile birçok kavram insan zihninin tarlasında büyüyor, olgunlaşıyor, gelişiyor, geriliyor, ama kesin bir şey var, kavramlar sürekli evriliyor.

Büyük emeğini böyle önemli ve özel bir esere dönüştüren Prof. Dr. Nejat Bozkurt'a ve felsefe alanına çok önemli başka bir çok eser kazandırmış Say Yayınları'na teşekkür etmemek mümkün değil.

Zeki Müren


Türk sanat müziğinde, adı belirlenmiş makam sayısı 590'dır. Her makam için bestelenmiş parçaları düşünürsek epey fazla bir şarkı olduğunu tahmin etmez zor değil.

Herhangi bir türde şarkı söylüyorsanız, bir şarkının herhangi bir yerinden başlamanın zorluğunu bilirsiniz. Şarkının ortasından bir yerinden girmek için, içimizde hızla oraya kadar olan bölümü tekrarlarız çoğu zaman.

Henüz 18 yaşlarında TRT'nin açtığı sınavda, "Ne söyleyeceksin, evladım?" diye soran ustalarına, "Efendim, hangi parçayı ve neresinden isterseniz, oradan başlayarak söyleyebilirim." diyen bir büyük yetenektir Zeki Müren.

Zeki Müren, Türkiye'nin sosyal ve politik anlamda çok zor dönemlerden geçtiği bir zamanda, cinsel tercihiyle de tartışmalı ve kim ne derse desin, olumlu yönde toplumu evrime uğratmış bir kişi olmuştur. Bu yönüyle de gayet dikkate değer bir sanatçıydı. Yaşamının son dönemlerinde yapılan bir röportajında, gazetecinin, cinsel tercihine, Türk halkının yaklaşımı ile ilgili bir soruya verdiği cevap gerçekten çok önemlidir: "Efendim, Türk halkı, herkese, her şeyi helal etmez. Bana çok şeyler helal etti, kendilerine müteşekkirim." Cevaptaki, inceliği, kimseyi kırmama isteğini, ve halkına duyduğu samimi sevgiyi görmemek mümkün değil.

Bir de, sürekli Bülent Ersoy'la karşı karşıya getirilmek istenmiş ve buna hayatı boyunca gerçekten çok güzel bir şekilde direnmiştir. Ama söylemeden edemeyeceğim şudur ki, Bülent Ersoy'da çok güçlü bir sestir fakat artikülasyonu zayıftır. Yani bir şarkı söylerken, eğer siz sözlerini bilmiyorsanız, Bülent Ersoy, şarkıyı güzel söylemek için kelimelerin anlaşılmasından feragat eder. Oysa Zeki Müren'in, şarkı söylerken, kelimelerinin hepsini anlarız. Bunu neden vurguluyorum? Zira normal hayatta konuştuklarımızın anlaşılması kadar, şarkı söylerken de sözlerin anlaşılması çok önemlidir.

"Ben onun zamanında yaşadım." diye gururla bahsedebileceğimiz, bilim adamları, sanatçılar vardır. Benim için Zeki Müren, bu sanatçılardan biridir.

27 Mart 2010 Cumartesi

Derviş ve Ölüm, Okuma Oyunu Üzerine *

Tiyatromuzun sahnelerinde izlediğiniz, Derviş ve Ölüm'ü bu kez, bir okuma tiyatrosu olarak sunuyoruz. Bu çalışmadaki oyuncuların, oyunun sahne versiyonundan tamamen farklı olarak seçilmesi, metnin her yorumcuyla, her seslendirilişinde bir başka "şey" olduğunu vurgulamamıza yardımcı olurken, sizlere bu vesileyle farklı bir versiyon sunmuş olmak gibi bir avantaj barındırıyor.

Oynayan bir oyunun, okuma oyunu olarak yorumlanması, gereksiz gibi görünebilir. Ancak, burada tiyatro metninin, değişik şekillerde değerlendirilme şansının olabileceğini bir kere daha göstermek istiyoruz. Oyunun aynı çatı altında iki değişik versiyonuyla karşılaşmayı da, bir zenginlik olarak değerlendirmek mümkün.

Tiyatro, simge ve alegorilerden mümkün olduğunca faydalanan bir sanat. İşin alegorisi ise, yazarın, iktidar ile faziletli olmak kavramlarının çatıştığı noktayı anlatırken ana kahramanı bir derviş olarak kullanması. Bir diğer önemli alegorik değer, dervişin başında olduğu mevlevi tekkesi. Böyle bir iktidar mücadelesinin, hayatın değişik mecralarında, değişik dozlarla karşımıza çıktığını görmemiz için, çok uğraşmaya gerek yok.

Oyunun bir kişiyi değil, o kişinin şahsında tüm insanlığı anlattığından hiç şüphe duymadım.

Saygılarımla...

Koray ONUR

*Okuma oyununun broşüründen.
Not: Okuma oyununda kullanılan müziklerin tamamı için BURAYA tıklayınız.

OKUMA TİYATROSU: OYUNCUNUN GİZEMLİ MECRASINA BİR YOLCULUK

Tiyatronun, üç temel öğesi var: Metin, oyuncu ve seyirci. Bunlar dışında, tiyatroyla ilgili aklınıza gelen hangi terimi ya da kavramı çıkartırsanız çıkartın, bir tiyatro performansından sözedebiliriz. Ama bu üç öğeden birine dahi dokunsanız ortaya çıkan şeyin bir tiyatro eseri olması mümkün değil.

Seyirci olarak, sahnede izlediğimiz oyunlarda, oyunun defalarca prova edilip, türlü süzgeçlerden geçmiş haline şahit oluruz. Oyunun, seyircinin karşısına çıktığı ana kadar, ne çabalar, akıtılan ne terler olduğunu tahmin etmek zordur.

Yönetmenin, farklı bir tercihi ya da arayışı yoksa, bir oyunun provalarının ilk aşaması okuma provaları olur. Bu dönemde, oyun, yönetmenin ve oyuncuların kafasında iyice şekillenerek, bu "takım oyunu"nda iyi bir oyunun ortaya çıkması için gerekli olan fikir birliğine varılır ve genellikle bir hafta kadar süren bu dönemden sonra sahne provaları başlar. Oyunun seyirciyle buluştuğu o ilk günde ise, okuma provalarındaki acemilikler, yeni bir metinle karşılaşmanın getirdiği heyecanlar, çoktan unutulmuştur bile.

Fakat iş, okuma tiyatrosunda değişiyor: okuma tiyatrosunda seyirciyle buluşma, metnin sadece iki kere okunmasından sonra ortaya çıkar. Seyirci penceresinden baktığımızda, bir okuma oyununu izlediğimizde, kendimizi hazırlık aşamasında olan bir oyunun prova dönemindeki ikinci günü izliyormuş gibiyizdir. Sanki oyun provalarını takip etmeye hak kazanmış bir denetmen, bir otorite gibi oturup, oyunu gözlemleme fırsatımız olmuştur.

İşin oyuncu kanadındaki heyecan ve kaygıları tahmin etmeniz zor olmasa gerek. Zira, oyuncu bilir ki, okuma oyunu çok farklı bir dinamik gerektirir. Kostümler, dekor, makyaj, ses, ışık ve ezberleme ve oyunculuk çalışmaları için ayrılan bir aylık, görece uzun, bir prova dönemi olmadan, seyirciyi oturduğu koltuklarda layıkıyla ağırlamak zor bir iştir. Oyuncunun bunu yapabilme becerisi, tiyatronun başka hiçbir türünde bu denli kendini göstermez. Oyuncu, oyunu okumaya başladığı andan itibaren bunun bilinciyle çalışır.

Sizler de, oyuncuların hiç görmediğiniz bu gizemli mecrasına ancak okuma tiyatrosuyla şahitlik edebilirsiniz. Tadını çıkartmaya bakın...

Koray ONUR

Not: Bu yazı, Kocaeli Şehir Tiyatrosu bünyesinde yapılan, okuma tiyatrosu etkinlikleri için kaleme alınmıştır.

21 Mart 2010 Pazar

NİHAN AZİZLERLİ ROMANI, KEHANET.


Son günlerde elime geçmiş, rahat okunabilirliği sayesinde altı günde bitirebildiğim hoş bir roman. Azizlerli, klasik arkeoloji eğitiminin getirilerini kullandığı romanında, Sır Sahipleri adında bir yeraltı örgütünü anlatıyor.

İstanbul'un 3. ve 4. yüzyıllarına yayılmış olan romanda, günümüzdeki bir istanbul hikayesi de paralelde akıyor.

Bir romana göre, mekanlar ve dönemin terimleriyle ilgili yapılan dipnotların fazlalığı okumayı kesintiye uğratsa da, İstanbul tarihiyle ilgilenen biriyseniz, bu dipnotlar oldukça hoşunuza gidecek demektir.


Nihan Azizlerli'nin eline sağlık diyorum.

27 Şubat 2010 Cumartesi

NEYE BAKMIŞTINIZ?

Hayatım boyunca, insanların;

Eğitimine değil, öğrendiklerine...

Anlattığına değil, manasına...

Yaşına değil, yaşadıklarına...

Söylediklerine değil, gösterdiklerine...

Tutkularına değil, arzularına...

Gururuna değil, onuruna...

Parasına değil, parasını nasıl harcadığına...

Dayanıklılığına değil, sabrına...

Gücüne değil, güçlü olduğu halde kullanmamasına...

Bilmediklerine değil, neyi bilmediğinin farkında olmasına...

Unuttuklarına değil, hatırladıklarına...

Düşündüklerine değil, dönüştürdüklerine...

Birey olmasına değil, başkalarıyla bir olabilmesine...

Suskunluğuna değil, sükunetine...

Hızına degil, istediğinde yavaşlayabilmesine...

Yaptığı iyiliklere değil, erdemlerine...

Mutsuzluıuna değil, umutlarına...

Hırslarına değil, azmine...

Hedeflerine değil, geldikleri noktaya...

Emeklerine değil, ne için emek verdiklerine...

Saflıklarına değil, temizliklerlne...

Baktım....

Koray Onur

16 Şubat 2010 Salı

GÖRECELİ KÖTÜLÜK DOKTRİNİ

insanların kendisini olumlaması için en güzel (!) malzemelerden biri... kişinin, diğerlerine kıyasla ahlaksız davranışlarının az olduğunu söyleyerek olumlar... kişi, "çok kötü değilim, hele hele diğerlerinin yaptıkları yanında ben çok ahlaklıyım." söylemi içerisine girer..

az ahlak ya da çok ahlak yoktur. ahlakın azı çoğu olmaz... ahlaksızlık ya da ahlaklı olmak vardır. bir olay karşısında ahlaksızlık yaptıysak ahlakı itmişiz demektir. çokluk ya da azlık kapsam dışı olur.

bu noktada ahlaklı bir insan olmanın imkansız olduğunu düşünebilirsiniz, ki bu doğrudur, ama bu gerçek bizim ahlaklı insan olma yolunda adımlar atmamıza engel teşkil etmez. her sabah koşuya çıkan biri, bunu dünya maraton şampiyonu olmak için yapmıyor olabilir, sadece daha iyi kondisyon için de yapıyor olabilir... bu yolda bir adım bile insanı farklı kılar.

15 Şubat 2010 Pazartesi

MANALI ve MANİDAR

manalı ve manidar aynı şeyler değildir. aynı şey için kullanılsalar bile farklı yönleri temsil ederler...

sanatsal bir örnek verelim, daha iyi anlaşılsın, gelecek nesiller daha bilinçli kullansın.

herhangi bir şarkı düşünelim.... mesela, kayahanın sarı saçlarından sen suçlusun'u (başka örnek mi bulamadık ya neyse.) olsun. şimdi bu şarkının kendi başına bir manası vardır... öyle uzay boşluğunda sarı saçlarından sen suçlusun, beni aşık ettin kendine falan filan gibi manası vardır... ama bir sarı saçlı manitaya bunu gönderdiğimiz vakit, manalı durumundan farklı bir mesaj taşır, sarı saçlı manitaya bunu göndermek, kendi manasından azade, manidardır aynı zamanda...

manalı ve manidar arasındaki en büyük ayrım tüketildiği andaki mesajın değişiminden kaynaklanır demek pekala mümkündür

9 Şubat 2010 Salı

BAĞLILIK ve BAĞIMLILIK

aralarında çok ince çizgi olan iki kavram adlı programımızın bir diğer bölümüne daha hoşgeldiniz sevgili okuyucular.

bu iki kavram arasındaki çizgi o kadar incedir ki, neredeyse çıplak gözle görülemez. bu ince çizginin inceliği kadar, iki kavram arasındaki fark da o kadar fazladır.

bağlılığın osmanlıcası merbutiyyet. bu kelime merbut kökünden geliyor ve bağlanmış, bağlı, ulaşmış, bitişmiş, ilişmiş, eklenmiş anlamlarına geliyor.

bağlılık, bilinçli bir süreçtir, neye nasıl bağlandığımızı seçeriz, yapmakta sıkıntı çektiğimiz şeyleri yaparken yoldaş ararsak birini seçeriz, ama burada kimseye mecbur olma yoktur. o olmasa da olurdu ama biz tercih ettik, ona bağlı olup, onunla birleşerek bu işi yapmayı seçtik.

bağımlılığın osmanlıcası, tabiiyyet. hani günlük hayatta kullanıldığı gibi "bir şeye tabi olmak". burada bilinç yoktur, dayatma ve boyum eğme mekanizmaları daha ağırlıklıdır. birilerine boyun eğdirmiş kişiler kendi "teba"larını kurarlar. o kişilerinki ise bağlılık değil bağımlılıktır.

bağlılık olumludur, ondan korkmamak gerekir, bilinç hep uyanıktır ve bağlı olmak, bağlanılan şeyi sorgulamamak demek değildir. korkutucu olan bağımlılıktır.

hayatta karşımıza bağlılığı bağımlılığa dönüşmüş, iş, arkadaş ve aşk ilişkileri sürekli çıkar ve bunları ayırtetmek en azından kendi hayatımız için önemli bir adımdır.