17 Aralık 2012 Pazartesi

SENFONİK GANGNAM...

Ortalığı kasıp kavuran Gangnam Style, bir takım insanlar tarafından hoş karşılanırken bir grup tarafından da saçma bir şey olarak görülüyor.

Ben hangi tarafta olduğumu bilmiyorum ama, şarkı tırt. Varlığı benim için, çok mühim değil.

Lakin dinlediğim bir versiyonu bana sanattaki içerik mi önemli, üslup mu tartışmasını hatırlattı. Parçanın senfonik yorumu hiç de fena gözükmüyor.

Belki bazı içerikler, üslup ile yoğrulup hoş bir hale getirilebiliyordur.

Ne dersiniz?
Buyrun aşağıdaki linkten dinleyin ve siz karar verin.

UNUTMAK İYİ BİR ŞEY OLABİLİR

Unutmak o kadar da kötü mü?

Michael Pollan'ın, Arzunun Botaniği adlı şahane kitabındaki şu paragraf, bana bunu düşündüren: "(...) gerçekten de unutmak bir zihinsel işlem bozukluğu değil, zihinsel işlemdir. Evet, unutmak bir lanet olabilir, özellikle de yaşlandığımızda. Fakat unutmak aynı zamanda sağlıklı bir beynin en önemli işlevlerinden biridir, hemen hemen hatırlamak kadar önemlidir. Eğer hatırladığımızdan büyük kısmını çabucak unutmazsak, uyanık olduğumuz her anda algıladığımız duyusal bilgilerin sadece hacminin ve çeşitliliğinin bilincimizi nasıl bunaltacağını düşünün."*

Eh, Pollan, "düşünün" demiş, ben de düşünüyorum, onu mu kıracağım.

Aslında yazarın açıklaması unutmanın neden önemli olduğunu bize yeterince anlatıyor. Ben daha çok, kavram ve onun seçiciliği hakkında bir şeyler yazmak istiyorum.

Hafıza, "hfz" kökünden geliyor. saklamak anlamı var, ama bu daha çok korumak için saklamak... Örnekse, hafız, ezberleyerek Kur'an'ı kafasında sakladığı gibi onu çeşitli tehlikelerden de korumuş olur. Mahfuz, muhafız, muhafaza gibi kelimelerin de bu kökten geldiğini düşünürsek demek istediğim daha net gözüküyor.

Nisyan-ı beşer, unutmakla maluldür (İnsanın hafızasının unutmak gibi bir sakatlığı vardır), diyen atalarımız her durum için haklı olmayabilir. Gereksiz şeyleri unutmak bazen bir hediye olabilir.

Bedenimizin müthiş bir hafızası vardır. Beynimizin bilinç düzeyinde unuttuğu bir şeyi vücut hemen hatırlar (bisiklete binmenin hiç unutulmadığı doğrudur). Yürümeyi, koşmayı sonradan öğrenen bir tür olmamıza rağmen hiç unutmamamızın sebebi, bu hareketlerin hayati olmasıdır. 
Fotoğrafta kendine bitki çayı yapmayı unutmamak için
eline çay poşedi bağlayan mal gözüküyor.

Ancak bedenin bu müthiş hafızasının yan etkileri de yok değil. Örnekse, bir acıyı hatırlamak evrimsel olarak hayatta kalmak için gerekli, eğer bir yerden düştüğümüzde yaşadığımız acıyı unutmazsak, yüksekten düşmeye dair korkumuz oluşmayabilir ve gayet saçma bir şekilde ölebiliriz. Ancak acıyı çok iyi hatırlamamızın bizim için bir yan etkisi de var. Cesaretsizlik, korkaklık...

Doğada kötü koku, çürümüşlük ve zehirlilik ihtimali barındırır. Kötü kokuyu iyisinden ayırdetmek, doğadaki hayvan için, hayatidir (İnsanın bir hayvan olmadığını sananlar, hiç yemedikleri bir şeyi neden önce kokladıklarını bir düşünseler, aydınlanmış olabilirler). Bu yüzden koku hafızamız da müthiştir. Koku hafızamız, bize kıllık yapıp, hiç aklımızda yokken, bir parfüm kokusuyla eski manitayı hatırlatmak için bu kadar iyi gelişmedi ama yine de böyle bir yan etkisi de var.

Bir kez duyduğu bir telefon numarasını, ya da doğum gününü hiç unutmayan arkadaşlarım oldu. Hayatlarından çok memnun olduklarını söyleyemem. Şaka olsun diye onlara hiç aramadıkları bakkalın telefon numarasını ya da hiç samimi olmadıkları birinin burcunu sorduğumda cevap veriyorlar, ama "Ben bunu niye hatırlıyorum ki?" diye hayıflanmaktan da kendilerini alamıyorlardı. Çünkü her şeyi değil, önemli şeyleri hatırlamanın gereklidir. Arkadaşlarımın yaşadıkları kaygı, hafızalarının kontrolleri altında olmadığını düşünmekten ileri geliyordu.

Hafızası kuvvetli insanlara imrenir, hayranlık duyarız. Gelgelelim, bunun arkasında ciddi bir disiplin yatıyor olabilir. Hafızası kuvvetli olan insanları genellikle uzmanlıklarında görür, ona göre tahlil ederiz. Oysa çoğu "müthiş hafıza" kendi "önemsiz" gördüğü konularda bir çocuk kadar dahi anıya sahip olmayabilir. Genelde de durum böyledir.

Bu noktada kaydetmek, bir beceri olarak karşımıza çıkıyor. Neyi kaydetmek lazım? Elbette neye ihtiyacımız varsa onu. Ama kaydedeceğimiz, hafızamızda yer kaplayacak şeyi seçmek, kategorilendirmek ve bir düzen içinde saklamak, eğitim ve görgü işi.

Bir depoda dünyanın en güzel kitapları olabilir, ama orası kütüphane (ya da arşiv) özelliğini sadece sistematik bir dizge içerisinde düzenlenirse elde eder. İnsan hafızası da böyle...

Neyi unutmamız gerektiğinin bilgisi, neyi hatırlamamız gerektiğinin bilgisidir. 

Koray Onur

*Arzunun Botaniği, Michael Pollan, Domingo Yayınları, Çeviri Sevin Okyay (S.139)

10 Aralık 2012 Pazartesi

EV NEDİR?

Bir evi, ne "ev" yapar?

Bir müteahhitin çabası değil herhalde, bir mimarın projesi de değil. İçindeki eşyanın tamam olması da olmasa gerek...
Ev dediğin nedir ki?

Eğer otel muamelesi yaparsanız, yıllar yılı aile hamuruyla yoğrulmuş mekan bile ev olamaz. Tam tersi olarak, en kötü koşullarda bile o kadar uyumla yaşanıldığı görülmüştür ki, mekan, benim diyen saray yavrusunun ulaşamayacağı bir güzelliğe erişir.

Bir evi ev yapan şey, içinde yaşama üslubumuz.

Bir mekanda doyarsınız, sofralar kurarsınız; bir diğerinde kendinizi güvende hisseder, sığınırsınız, sevişir, seversiniz...

Bu ve bunun gibi şeylerin tamamını yaptığımız yer ise işte yaşadığınız yer, nasıl yaşadığınız ise mekanı ev yapan değer...

Bir evin inşaatı böyle yapılır ancak.


27 Kasım 2012 Salı

YUNUS SÖZ KONUSU OLUNCA HEPİMİZ BİRER HİTLER'İZ

Lessie adlı tv dizisini bir çoğunuz hatırlayacaktır. Bu koli cinsi köpeğin başrolünde oynadığı dizi o kadar tutmuştu ki, evlerde koli cinsi köpek patlaması olmuş, Lessie ismi, anlam genişlemesine uğrayarak, köpeğin cinsine verilen ad haline gelmişti.

Flipper'a ne demeli? Bu şişe burunlu yunus, sulardan öyle müdahalelerde bulunuyordu ki, insanların hayatını kurtarıyor, onları suyun içinden koruyordu... Kısa zamanda bir fenomen oldu...

Ama işin karanlık tarafı da var. Bu diziler insan-hayvan dostluğuna bir methiye gibi görünse de, hayvanlar üzerine etkileri pek öyle olmuyor...

Lessie dizisi ve 101 Dalmaçyalı filmlerini takip eden aylarda, çocukların "Bundan istiyorum!" şımarıklığına karşı basiretsiz duran ebeveynler yüzünden, yaşam alanlarından koparılan hayvanlar evlere girdi. Filmlerin, dizilerin rafine edilmiş hayvanlarının yanında, bunların "gerçek canlı" olduğunu farkeden insanlar, bakımlarıyla başedemeyince sokaklar ve barınaklar, bu hayvanlarla doldu. "Tatlı bir köpeciği" konu alan her filmde ise bu çark yine işlemeye başlıyor.

Flipper dizisinden sonra herkes evine bir yunus alamayacağı için, yunusların gösteriler yaptığı (yaptırıldığı) akvaryumlar arttı. Buraya gidip, bir yunus gösterisi izleyebilir, biraz elinizi cebinize atarak onlara dokunarak fotoğraf çektirebilir, biraz daha ateşleme yaparak kendilerinin yüzgeçlerine tutunarak bir tur atabilirsiniz.

Filmin afişinde, bir dalgıcı merak ederek, etrafını saran yunuslar görülüyor.
Şahsen böyle bir yere gitmedim. Gitmeyi reddediyorum. Aynı şekilde hayvanat bahçeleri ve akvaryumlara da gitmiyorum. Bu işlerin finansörü olmak istemiyorum.

The Cove (Koy)  gösterilerde izlediğiniz yunusların Japonya'dan nasıl bir yolla elde edildiğinin, köle ticaretine taş çıkaracak acımasızlığın ve kıyımın bir belgesi. Kanın gövdeyi götürdüğü, ucuz provokasyonun yapıldığı bir belgesel değil. İnsanın yaptığı vahşetin, lüzumlu kısımları, göze sokulmadan aktarılıyor.

Filmin baş kişisi ise Flipper'da yunusların eğitimiyle ilgilenen Richard O'Barry. O'Barry, çok sevdiği yunuslarından biri öldükten sonra aklı başına gelen, şimdi yunusların koruması denilince en önde gelen kişilerden biri. The Cove, konusu yanında, bir insanın dönüşümünü de gözler önüne sermesi bakımından önemli.

Koray Onur

18 Kasım 2012 Pazar

FİYAT VE DEĞER ÜZERİNE KISA GEÇİŞLER


Hep, pahalının peşinden koştun

Pahayı, değer sandın... Oysa ne farklı şeyler.

Bir evin olur, bir apartmana değer, bir apartmanın vardır bir ev kadar değeri olmaz.

Değerli olan fiyat etiketlerine bakarak bulunmaz. O, pahayı gösterir, bir şeyin değerini anlamak mı istiyorsun, al onu hayatına.

Birini mi sevdin, dış görünüşü pahası, ona tutuldun. Al hayatına, gör gerçek değerini.

Yol bazen pahadan geçiyorsa da, değerli olan genellikle pahalı olandan çıkmaz.

Senin için ne değerliyse onun peşinden koş. Başkalarının pahalı dediği, “çok tuttuğu” şeylerden uzak dur.

Çocuğun önüne milyonlar değerinde banknot koy, o yine üç kuruşluk oyuncağa gider, onun için değer orada.

Başkalarının “Bu değerli.” şeyin gerçek değerini sen bilirsin, unutma onlar fiyatla değeri aynı sanıyor.

İyisi mi, sen kendi değerlerini yarat, değerlerini değiştir, geliştir...

Böyle bağımsız olacaksın.

31 Ekim 2012 Çarşamba

TUZ VE DAYAK SEMBOLİZMİ

Yeminle, bana benzemiyorsa....

İnsan’ın yüzde yetmişi sudur, deriz. Eh doğru, ama insan vücudunun içinde, demir bileşiklerinin hayati bir öneme sahip olduğunu söylediklerinde garipseriz. Vücudumuzdaki demirin, inşaatlarda kullandığımız demirden hiçbir farkı olmadığını anlamak isterseniz, kesitiğiniz anda refleksle ağzınıza götürdüğünüz parmağınızdaki kanın tadına dikkat edin derim (Refleks anında neden parmağımızı ağzımıza götürdüğümüz ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar zevkli).

Kalın bir tarifle, insanoğlunun yediği bir kaya olduğunu söylersem yine garipseyebilirsiniz. Ama tuz, insanın yediği bilinen, tek kayadır.

Sofralarımızın ayrılmaz parçası; “bunun tuzu eksik!” diye, uğruna kavgaların çıktığı; selülit gibi müthiş(!) yan etkilerine rağmen vazgeçemediğimiz tuz, sessiz sedasızbir şekilde hayatımızda yer kaplar.

Tuz, kokusu olmayan bir tat verici. Golü atmıyor ama golün pasını veriyor diyebiliriz. Bu yüzden tuz dünyanın en mütevazı şeyi, belki de. Sofra kaldırılıp, koca koca yemekler gittiği zaman o, sürekli masada yeri olan bir abide...

Virajı açıktan alıp, lafı ancak şimdi tuzun sembolizmi üzerine düşüncelerime getirmemin sebebi aslında, Kral Lear...

Burçak Yıldırım adlı izleyicimiz, bizim Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nda bu yıl koyulan Kral Lear hakkında bir yazı yazmış ve orada bir başka hikayeye atıfta bulunmuş. Yazının orjinali burada , ama hikayeyi alıntılayalım: “Kralın, kızlarının kendisini ne kadar sevdiğini anlamak için yaptığı tuz testi hikayesi çocuk aklımıza uydurulmuş belki de en güzel Kral Lear adaptasyonu. Kral Lear'ın sadık kızı Cordelia diğer tuz hikayesinde babasını tuz kadar seven karakterin ta kendisi. Kral kendini altınlar, pırlantalar yerine tuz tanesi kadar seven kızını evlatlıktan reddeder ve topraklarından sürer. Bu sürgünden sonra birgün yemeğini tuzsuz yemeyi dener ve lezzetsiz yemek onu öyle mutsuz kılar ki kızının ona olan sevgisi bir anda başına dank eder. Sevgi ve bağlılığı somut bir alana oturtamayan saf aklımız için, lezzetsiz yemek gibi gündelik bir sorun tahayyül sınırlarımızın içinde olduğundan, birçoğumuzun çocukluktan kalan hiç unutmadığı bir öykü bu.”

Aslında maddi olarak tuz, mücevher kadar olmasa da, tarihte pek değerli bir şey olmuştur. O kadar ki, bazı ülkelerde askerler maaşlarını tuz olarak almış; tuz vergileri konmuştur.

TUZ SEMBOLİZMİ

Yemeğe az koyarsak tat almayacağımız, çok koyarsak yemeği berbat edeceğimiz göz önüne alındığında, tuzun dengeyi temsil etmesi gayet normal. Evet, tuz, ezoterik çalışmalarda her zaman çok önemli bir simge olmuştur. Ezoterik bir çalışmanın en önemli öğelerinden biri olan denge, tuzla kendini simgeleştirmiştir.

PEKİ NEYİN DENGESİ?

Bir yemeğin tuzunun yeterli olup olmadığını neye göre belirliyoruz? Elbette ki kendi damak zevkimize göre. Yani tuzla simgelenen dengenin de, bireysel bir şey olması gerekiyor, ki zaten öyle. Ezoterik yapılarda tuz, ruh ve vücut arasındaki dengeyi simgeler. Metafizik bir ruha inanmıyorsanız psikoloji biliminin alanına giren konuyla, fiziki alanı dengeleyen simge olarak bakmanız mümkün tuza.


Bizim dayak ortamı pek böyle karizmatik değildi...

Ben, kavga etmenin çok da garipsenmediği bir kültürde büyüdüm. Yumruk yumruğa kavganın, konuların çözümünde hiçbir faydası olmadığını öğrendikten sonra kavga, dövüş işlerini bıraktımsa da bazı raconları hatırlarım. Mesela, karşıdaki bizi ne kadar tahrik ederse etsin, eğer bizden fizik olarak güçsüzse onu dövmek olmazdı. Bizden güçlü olanla ise kavga etmek aptalca olacağından öyle bir durumda kaçmak, korkaklık sayılmazdı. Ben o zamanlar tuz sembolizmini bilmezdim, ama böyle bir dengeyi “dayak sembolizmi” üzerine kurmuşuz işte...

8 Ekim 2012 Pazartesi

MOONRISE KINGDOM (AYIŞIĞI KRALLIĞI)

İyi Kurgu...

Çok iyi çocuk oyuncular...

İki korkusuz, çocuk-aşığın hikayesi...

Cesaretin, gariplik sayıldığı bir dünyada, herkese garip gelen iki çocuk...

İnsana umut veren, gücünü tazeleyen bir hikaye...

Alexandre Desplat'tan şahane müzikler...
Daha ne olsun...

Tim burton'un Big Fish'ini; Jonathan DaytonValerie Faris'in Little Miss Sunshine'ını beğendiyseniz bu filmi de kaçırmayın...

Koray Onur


23 Ağustos 2012 Perşembe

BIKTIĞIMIZ ŞEYLER 7. PROGRAMI: SAĞLIK

Her şeyin başı sağlık mı, diye bu sefer içerden birine sorduk... Öğrendik ki, herşeyin başı harbiden sağlıkmış... Şahane bir dinlencelik, ailenizin programı, bir feyz yuvası... Bıktığımız Şeyler, 7. programıyla sizlerle....

21 Ağustos 2012 Salı

BERLINDE DE BRUYCKERE'İN "YARA"SI...

Berlinde De Bruyckere, gerçek derinin altına epoksi malzeme ile, müthiş bir gerçekçilik yakaladığı çalışmalarıyla, bizi vuruyor. Masa üzerine düştü düşecek şekilde yerleştirdiği taylar ve bir kasabın vitrinindeymişçesine Çukurcuma Hamamı'nın kubbesine astığı kafasız at ile sessiz bir ürküntü yaratıyor. Çalışmaların gerçek olmamasını bize dilettirirken, bir yerlerde bunların gerçekleştirdiğini düşündürtüyor. 26 Ağustos 2012'ye kadar görebilirsiniz bu sergiyi.. Kaçırmayın...






1 Ağustos 2012 Çarşamba

FİLENİN SULTANLARI, FİRİKİK!!!

Aziz Nesin'in bir anekdotunu hatırlıyorum: "1934 yılında soyadı kanunu çıktı. Her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.
Dünyanın en cimrileri 'eli açık' dünyanın en korkakları 'yürekli' dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar.
Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine 'çevikel' soyadının almıştı.
Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. (...)"
Bizi şu sıralar Olimpiyatlarda temsil eden kadın voleybol ve basetbol takımlarımıza konulan isimleri düşündükçe bu anekdotun hatıra gelmemesi mümkün mü?

"Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!"; "Karı gibi ağlamak."; "Karı gibi konuşmak."; gibi şiddet ve aşağılama içeren deyimlere sahip kültürümüzü düşünmemek mümkün mü?

Bunlar, komple "Peri", misal!
Küfür literatürünün (bak argo demiyorum) neredeyse tamamının kadının sikilmesi üzerine kurmuş; hatta hızını alamayıp, cennetin "onun" ayakları altında olduğunu sık sık yinelediği ananın bile elinden kurtulamadığı bir küfürü hiç de "ağzını" korkak alıştırmadan kullanan bir toplumun, yurtdışına yolladığı takımlara koyduğu isimleri kes!: Peri, sultan...

Buradaki aşağılık riyayı sadece ben görüyor olamam değil mi?

Namussuz insan, ağzından namus lafını düşürmez; müşterisinin cebindeki paranın kuruşuna dahi göz dikip, ilk fırsatta faizlerle iflahını kesmenin fırsatını kollayan bankalar, reklamlarında hep "güven" vurgusu yapar...

Bunlar sadece göz boyamak için yapılan şeyler değil. Böyle şeyler, aynı zamanda, adiliklerin olumlanması için yapılır. Bireyler, onların oluşturdukları toplum ve kurumlar, bir süre sonra söylediklerine inanma eğilimindedirler çünkü.

Kadın milli takımlarına "Sultan", "Peri" diyerek kadını ne kadar yücelttiğini göstermeye çalışan toplum ve onu temsil eden anlayış, büyük bir sorun. Ülkenin dört bir yanında kadına taciz, darp ve kadın cinayetleri gibi olayların bu kadar artmasına sesini çıkartmayan toplumumuzun vicdanı böyle mi yıkanacak? 

Ben bu yazıyı yazarken hükümet bir takım önlem paketlerini konuşuyordu: Şiddete uğrayan kadınlara ve onların çocuklarına gösterilecek kolaylıklarla ilgili bir çalışma... İşte sorunun ta kendisi, şiddet olaylarının olmamasıyla ilgili önlemle uğraşan yok, şiddet olayı olduktan sonra ne yapılacağıyla ilgileniliyor. 

Google'da görsel ararken işte bir sonuç: Hani "Sultan da olsa, firikik candır hacı!" vaziyetleri. Durumu gayet iyi özetlemiyor mu?
Kadınların "Kurtuluş savaşında top mermisi taşıdılar." kahramanlıkları; "Bizim evde aslında hanımın sözü geçer." mitleriyle gazı alınmaya çalışılırken, ben başarılarıyla iki gün övünülüp sonra unutulacak kadınlarımız yerine, bu ülkenin başarı kriterini belirleyecek kadınları yaratan bir sistemi özlüyorum.

Eğer içten içe ataerkil bir bilinç işlemiyor olsaydı, bu takımlara, artık masallarda kalmış "peri, sultan" gibi sıfatlar yerine, gerçek hayatımızda da karşılığı olan kudret sıfatları bulunurdu.

Yani hala masal anlatıyoruz.

Koray Onur




26 Temmuz 2012 Perşembe

İYİCE CANIMIZ SIKILMAYA BAŞLADI

Birkaç ay önce, Korsan'a Karşı Olmamak adında bir yazı yazmıştım. Bu yazıda yazdıklarımı bilk akıl eden elbette ben değildim. Sanat çevrelerinde, korsanın, tekelleşmeye, sanatın kalitesizleşmeye başlamasına karşı bir çıkış olduğuna dair kanı gittikçe artmakta... Korsanın bir arayışın sonucu olduğunu düşünen bir sürü insan var artık.

Konuyu buraya bağlamak zor değil, yazının sonuna kadar sabredin.
Geçen gün Moda'nın sevdiğim mekanlarından biri olan Bast Cafe'de otururken, genelde kafelerde dağıtılan "beleş" dergi Karga'ya rastladım. Karga, tüm kalitesi ve içeriğiyle yıllardır bizimle, tüm dergicilik tekelleşmesinin içinde kardelen gibi varolmayı başarıyor diye düşünürken, sayfaları içinde de ayrı bir sürprizle karşılaştım.

Tayfun Polat'ın röportaj yaptığı, kendi deyişleriyle, "Türkçe sözlü güzel müzik." yapan grup, Rehber...

Bu grupta en çok dikkatimi çeken şey, müzik ve sanata bakışlarındaki oturmuşluk, özgüven... Grubunu vokalisti Serhad Özmen'in şu sözleri bunu göstermiyor mu: "(...)Herhangi bir şeyi beğenmede kişinin ahlakı, kültürü ve morali belirleyici rol oynar. Bu belirleyici kavramlardan birinin eksikliği, beğenide çarpıklaşmaya meyil verir(...)"


Eğer bir müzisyende, müziğine güven yoksa şu demeci nasıl verir? Grubun bas gitaristi İlker Filiz bakın ne diyor:  "(...)Memlekette yuhalama kültürü yok ya. Kötü müzik yapılıyor seyirci de alkışlıyor, bravo diyor. Ajdar çıkıyor, adamla dalga geçiliyor, adam da kendini megastar zannediyor. Yazık değil mi ya? Ne kadar ikiyüzlüyüz.(...)"


Peki bu müzisyenler para karşılığı müzik yapma, müzikte paranın yeri meselesi üzerine ne düşünüyor olabilir? Yine Serhad Özmen'e kulak verelim: "(...)Bir şeylere "rehber" olma amacıyla bir şeyler yapıp, onu rafa koyup üzerine etiket koyarak insanlara satarsanız, bu biraz yalancılık olur, ikiyüzlülük olur. Madem ki paylaşmak istiyorsun, onu internete herkesin ulaşabileceği bir şekilde koymak lazım. (...) Müziği paralı bir hale getirenler, şu anda utanması gerekenler. Türkiye'de birisinin yaptığı müziği beğeniyor olsaydım ve müzik sektörünün yok olduğunu bilseydim, onun konserine gitmek gibi bir görev edinirdim kendime. Galiba bu tabana doğru gidiyoruz; insanlar sevdiği müziği, beğendiği grupları kendileri var ettirecekler."


Korsanın bir hırsızlık şekli olduğunu sanmıyorum. Halkın duygularının sömürülerek, yine ona satılan sanat ile o sanatı üreten "sanat" çevrelerinin hırsızlık üzerine ukalalık edip, mevzunun prensiplerini ortaya koyma çabalaması son derece saçma.

Korsan, şuan için "korsan". Bir gün gelir, devran döner.

Yaşadığı zamanda kendisine haydut denen, şimdi ise memleketinde bir kahraman olarak görülen William Wallace ile ilgili, İlker Filiz'in sözleri akıldan çıkarılmamalı: "Bravehart'tan tanıdığımız cengâver abimiz William Wallace da sonuçta halktan biriydi. Canını sıktılar, William Wallace oldu." 


Artık gerçek sanatçıların canı sıkılmaya başladı.


Koray Onur

Not: Grubun albümünü indirmek isterseniz www.rehbertuar.com sitesine uğrayın.

1 Mayıs 2012 Salı

SİZDE SUFLE VARDI DEĞİL Mİ?

Sufle, insanın kendisine yakışanı yemesidir.
BİR ANI...

Bir sofrada, biriyle tanıştırılmıştım. İnsanlar, tiyatrocu olduğumu öğrenince, çok sık karşılaşılan bir meslek grubu olmadığından olsa gerek, bir şeyler söyleme, bazı sorular sorma ihtiyacı duyuyorlar. Tanıştırıldığım kişi, belli ki, tiyatroyla seyirci olarak ilgili belli bir kültüre sahip biriydi ve bir yandan bana soru sormak, ama sorduğu soruyla sıradanlaşmamak istiyordu. Bunun paniğine heyecanı da eklenince şöyle bir soru sordu: “Sizde sufle var değil mi?”

Pastanelerden ayrı olarak, sufle terimi, tiyatroda da var (Gerçi, sufleyi, iki anlamıyla, tek potada eriten dahi kişi Nedim Saban’dır, o ayrı.)  elbette ama ben ne diyecektim ki? “Evet var” desem, muhabbet pek kısa kalacak, saçmalamak da istemiyorum. Bari duruma açıklık getireyim kabilinden şöyle cevap verdim: “Evet var, ama buradan fazla ilerleyemeyiz.”

BAŞBAKAN...

Bu sıralar, başbakan da bir şeyler söylüyor, tiyatrolara dair. Malesef, birçok konuda yaptığı gibi, elle tutulur veriler ve somut kanıtlar yerine, üstünkörü bilgi ve çevresindeki zevatın “hatalı suflesi”ne göre konuşuyor.

Dünyanın hiçbir yerinde bizdeki gibi bir uygulama olmadığını söylerken yanılıyor. Bilgisi olmadığını düşünüyor ve cehaletine bağlıyorum. (Başbakann iddiasının ne kadar asılsız olduğunu buradaki habere tıklayarak dahi görebilirsiniz)

Sanatçıların uzun süredir halka tepeden baktığı gibi, pek kompleksli kelamlar ediyor.

Başbakan, sizde de sufle olduğu belli de, o sufleyle fazla ilerleyemezsiniz, benden söylemesi...

BİR BAŞKA NOT, BU ADAMLAR ORDUYU BİLE LAV ETTİ SÖYLEMLERİNE...

Tarihin türlü örneklerle, çeşitli zaman ve çeşitli koşullarda ispatladığı gibi, fikri hiçbir mefhum, baskıyla yok edilemiyor. Ha, fikirler, belli dönemlere bağlı olarak bastırılabilir. Görünüşte fikir ve sanat ortadan kalkmış gibi görülebilir. Ancak fikir hareketi baskıyla kesinlikle güç kaybetmez. Askeri, orduyu, silahı taşı sopayı ortadan kaldırmak mümkün, ama fikri neyle ortadan kaldıracaksınız?

Camia içinde, başbakanın tiyatroyu ortadan kaldıracağına gerçekten inanan, bunu yapabileceğini düşünen; “Onu kızdırdınız, şimdi görün bakalım!” diyen kişilere sanatın ne olup olmadığını, ne gibi kaynaklardan beslendiğini tekrar düşünmelerini, araştırmalarını tavsiye ederim.

Bu bakımdan, mücadeleden kaçanlara şunu hatırlatmakta fayda var. Mücadele, baskıya direndiğimizde hadi diyelim elimizden aldılar tiyatroları... Zaten gerçek sanatçıysanız korkmayın, sanatınıza kimse dokunamaz.

Birkaç günlük ekmek paramız gider, o da başımızın gözümüzün sadakası olur....

Koray ONUR



Yazıyı yazarken, nisanı 1 mayısa bağlamışım, es geçmek olmaz. Seviyorum ulan seni, 1 Mayıs!!! 

25 Nisan 2012 Çarşamba

ÇİZMEYİ AŞMAK


Şekilde bir çizme görülüyor.

Bir tepeye yerleşip, şehrin kalabalığını resmeden ressamın arkasına bir adam dikilir ve onu seyretmeye başlar. Ressam, insanları çizerken adam, “çizmenin topuğu öyle olmaz, daha uzun olmalı.”, der.

Ressamımız bir şey demez ve devam eder. Bir süre sonra adam yine uyarır, “Çizmenin tokası öyle olmaz, baş şöyle yukarı doğru bakacak.”. Bu sefer ressam dönüp adama, “Sanane kardeşim, nasıl istersem öyle çizerim!” diye çıkışır. Adam cevap verir, “Ben çizmeciyim.”.

Ressamımız, bu cevaptan sonra susar, zira resminin iyi olması için bir çizmeciden yardım almak ona hiç de fena gözükmez. Bu sefer, çizmeyi çizerken adamın bilgisinden yararlanmak için sorular sormaya bile başlar. Bir süre sonra adam tekrar konuşur, “Kadının bacaklarını öyle çizdin, bak yamuk oldu gördün mü?”.

Bu sefer ressam hiddetlenir, “Bana bak, çizmeyi aşma!”

Şu sıralar, Şehir Tiyatroları'na, o şehrin seçtiği belediyeciler tarafından bir tahakküm operasyonu düzenleniyor. Bir darbe gibi, “Sanatın parasını biz veriyoruz, şimdi sanatı da biz yapacağız, bizim isteğimizin dışında bir şey olmayacak.”, deniyor.

Birincisi bir şeyi açıklığa kavuşturalım, beyler, bayanlar. Şehir Tiyatroları'nın sanatının parasını belediye başkanı vermiyor. Belediye başkanı, denen kişi, halk tarafından, geçici olarak seçilmiş, halkın vergilerle kesilmiş parasını, halk için harcamak üzere seçilmiş bir kişidir. Yani öyle kafasına estiğinde krallık yapamaz.

Şehir Tiyatrosun'nun zaten 100 yıllık, birçok sanat dışı kurumundan dahi daha eski bir geçmişi var ve bu geçmiş, bir takım zevahirin iddia ettiği gibi, “Raslantısal” , “günü kurtaran” kararlarla oluşmadı. Ciddi kurallar, gelenekler ve hatta raconlarla bu zamana kadar gelerek, ülkenin en önemli sanat kurumu oldu.

Dün, Galatasaray Lisesi önünde toplanan binlerce sanatçı,
protesto yürüyüşü yaptılar.
Bu zamana kadar Şehir Tiyatrolar'nın çalışma sisteminde zaten bürokratlar vardı. İçine entegre olmuş bir şekilde sanatsal olmayan bir çok işte bürokratların bilgi ve birikiminden yararlanıldı. Zaten sanatçı adam çizmeciyi buldu mu, ondan nasıl çizme yapıldığını öğrenmek için can atar. İş ki, “herkes işini yapsın”.

Had bilmek, bir erdemdir. Sanatçı ne yapamayacağını, bürokrat ne yapamayacağını bilecek.

Muhsin Ertuğrul'u Atatürk çağırıyor ve soruyor: “Muhsin Bey, ülkemizde tiyatro ve opera faaliyetleri için ne gibi şeyler yapmak gerekir? Bu konuda çalışmalara nereden başlamalıdır?”

Muhsin Ertuğrul cevap veriyor: “Önce bir sanat okulu, bir konservatuar açılmalıdır efendim.”

Atatürk hemen bir müsteşarını çağırarak Muhsin ertuğrul'un bir okul kuracağını ve gerekli yardımı kendisine yapması gerektiği emrini verir.

Dışarı çıktıklarında müsteşar Muhsin Ertuğrul'a sorar: “Muhsin Bey, bu okul ne kadara malolur acaba?”

Muhsin Ertuğrul, “Ben bilmem efendim, ben konservatuar gerektiğini bilirim, onun maliyeti benim işim değil.” diye cevap verir.

Sanatçı mesleği için ne gerekiyorsa onu doğadan emmeye, gereksiz her şeyi ise kusmaya meyyaldir. Bürokratın işine karışmaz, iş ki, kendi işini sağlıklıca yapsın. Gerektiğinde bürokratından yardım istemekten de çekinmez, yeter ki, sanatına kolaylık sağlansın.

Ancak, bürokrat ya da belediyeciler, kendi sınırlarından çıkıp sanatçılığa soyunmaya ve bir tahakküme çalışırlarsa sanatçı tepkisini kesinlikle geciktirmez.

Dün saat 11:00'de binlerce sanatçının bağırdığı gibi biranda hiddetlenir ve haykırır:

Çizmeyi aşma!

Koray Onur

19 Nisan 2012 Perşembe

TİYATRONUN GELECEĞİ İÇİN BİRLİK OLMAK

Penguen, Sürece katkı sağlayanlar arasında.
İstanbul Şehir Tiyatrolarının başındaki yönetmelik belası, özellikle konuyla ilgilenenlerin malumu.

Bir grup sanatçı arkadaşımız canhıraş pozisyon alma, mücadele etme uğraşındayken azımsanmayacak bir grup da sessizliğini korumakta.

Sessizliğin iki sebebi olabilir:

1- Bu yönetmelik değişikliğini onaylıyorlar, ama tepkiden ve dışlanmaktan korkuyorlar.
2- Bu yönetmeliğe muhalif sanatçılara duydukları "eski hesaplar" a dayalı husumetlerinden dolayı onların debelenip ter dökmelerini bir kenardan zevkle izliyorlar.

Birbirinden beter iki yaklaşım...

"Ben sanatçıyım." diyenin sözkonusu yönetmeliği onaylaması mümkün değil, kriz zamanlarında kişisel husumetleri yapmamız gereken mücadelenin önünde tutmak ise "Ben insanım." diyene yakışmaz.

İnsan ve sanatçı olarak, yapmamız gereken, kim safın önünde, kimsafın ardında hesapları yapmadan omuz omuza, bu haksız uygulamanın karşısında durmaktır.

Bunun için herkesi 24 nisan 2012 salı günü saat 11:00de galatasaray lisesi önünde bekliyor olacağım.

Koray Onur

15 Nisan 2012 Pazar

ATEŞLİ SABIR NOTLARI

Bugün, Antonio Skarmeta’nın, Pablo Neruda için adeta bir güzelleme olarak yazdığı şahane metni Ateşli Sabır’ı izledim. Oyun hakkındaki görüşlerimi paylaşmadan önce bir eleştiri yazısı yazmadığımı hatırlatmak isterim. Bir kısmını şahsen tanıdığım yaratıcı ve oyuncu kadro bana oyunu nasıl bulduğumu sorsa, söyleyeceklerimi, aklımda kaldığınca aktarmaya çalışıyorum hepsi bu.

Ben, oldum olası tiyatronun tiyatro sınırları içinde pek güzel bir sanat olduğunu düşünmüşümdür. Tiyatro’yu sinematografik bir gerçekliğe ulaştırmak için yapılan gereksiz süslemeler hep canımı sıkıyor. Tiyatroyu tiyatro olarak yaşatması bakımından bu oyunu başarılı bulduğumu söylemeliyim. Dekor kullanımı, yönetmenin gereksiz dekor değiştirme çabalarına girmemesi gibi şeyler gördüm ve  bu beni sevindirdi. Örneğin oyunun başlarında Beatriz Gonzalez’in yatak odası olarak gördüğümüz bölüm, daha sonra bir meyhanenin mutfağı, bir evin salonu vs. olarak kullanılıyor ve bunlar yapılırken dekorda hiçbir değişiklik yapılmıyor. Belli ki, yönetmen, seyircinin hayal gücüne güvenmiş. Seyircinin hayal gücünü küçümseyen nice yönetmenler gördüm, ki bunlardan tiyatrolarımızda bolca mevcut, seyirciyi bir mekanın başka bir mekana dönüştürülmesi için yarı karanlıkta içeri girip çıkan teknisyenleri izlemeye maruz bırakıyorlar. Halbuki aslolan mekan yaratmak değil, atmosfer yaratmak olmalı.

Levent Öktem’in Pablo Neruda yorumuna kendisinin inandığı bir gerçek. İşte bu inanç, Neruda yorumunu izlenebilir kılıyor. Oysa Levent Öktem’in bu tarzı günümüzdeki oyunculuk arayışlarının ve oyunculuğunun geldiği noktanın gerisinde kalıyor.

Mert Turak, oyunun içinde, oyuna ısındı. Başlarda, kendisinden beklemediğim bir tutuklukla oynadıysa da, oyun ilerledikçe vücudu ve ruhu doldu ve onun dolan deposu bizim kafamızdaki Neruda’yı yüceltti. Mario Jimenez rolündeki oyuncunun en önemli işi, seyirciye Pablo Neruda’nın ne büyük bir insan olduğunu anlatmak, Neruda’yı, onu hiç tanımayan birinin dahi, gönlünde en güzel yere yerleştirmektir. Bunun için önce egosunu altetmesi, sonra oyununu süslemesi gerekir. Mert Turak bunu başararak kesinlikle rolünün gereğini yerine getiriyor.

Ayşegül İşsever ve Derya Çetinel

Derya Çetinel, çok avantajları olan bir oyuncu. Hem güzel bir kadın olabilir, hem de şirin bir kız... Ama Beatriz Gonzalez gibi bir rolde birinden birini seçmek gerekiyor. derya Çetinel’in kötü oynadığını kesinlikle söyleyemem, hatta başarılı bile buldum. Bu iki kız tipi arasında kalmasaydı, sahnede parlardı.

Ayşegül İşsever, ya kendi ya da yönetmenin seçimlerinden olsa gerek, çok iyi parlatılabilecek bir rolde fırsatı kaçırmış. Oynadığı Rosa Gonzalez’in, Neruda’ya gönderdiği mektupta “dul” ibaresini özellikle kullanmasını, seyirci anlarken, Ayşegül İşsever mi anlamamış? Neruda gibi biri karşısında dururken, gençliğine geri dönüşler yaşayan bir kadının bu “med-cezir”lerini de görmek isterdik, oyununda.

İzdüşümler şeklinde isimlendirilmiş, dans topluluğunun çok güzel kullanıldığını görmek, beni sevindiren bir ikinci öğe oldu. Adeta bir tablo gibi kullanılan, Derya Keykubat, Derya Yıldırım, Cihan Kurtaran, Hamit Erentürk’ten oluşan izdüşümler, rejinin de öngörüsü sayesinde, dikkat bile edilmeyen bir “figür” olarak değil, koskocaman bir anlatım öğesi olarak kullanılmış.

Ragıp Yavuz’u kutluyorum. Pırıl pırıl ve kesinlikle izlemeye değer bir oyun çıkmış ortaya.

Ateşli sabır’ın tüm emekçilere sevgilerim ve saygılarımı yolluyorum.


Koray Onur


Oyunun künyesine ulaşmak için TIKLAYIN.

15 Mart 2012 Perşembe

"TIRT" SAĞLIK BAKANLIĞI LOGOSU

Simgelerin çok önemli olduğu tartışılmaz. Hani diyebiliriz ki, onlar olmasaydı gündelik hayatımız bile ciddi aksamaya uğrardı; tarih gelişemez, tıkanmaya uğrardı.

Harfler simge, onlar sayesinde yazıyoruz, bilgi aktarıyoruz.

Trafik işaretleri, bayraklar, renkler vb.

Bu bakımdan simgelerle ilgilenmek, çok "kafa açıcı" bir hobi olabileceği gibi, bir yandan profesyonel bakış açısının şart olduğu bir iş.

Hele bir ülkenin sağlık bakanlığının yeni logosunu bulmaya çalışıyorsanız, işin içine evrensel, özgürlükçü bir bakış sokmak şart.

Sol tarafta T.C. Sağlık Bakanlığı'nın eski (daha yeni eski oldu) logosunu görüyorsunuz. Bir yılan ve akasya dalı özellikle göze çarpıyor. Yılan Sembolizmi üzerine bir yazı önceden yazmıştım, buradan ulaşabilirsiniz. Ülkenin çevresini sarmalayan akasya dalının ise evrensel anlamı, sonsuzluktur. Yılan sembolizması ile sonsuzluğu yanyana koyduğunuzda, sağlık ile çağrışım hemen yerini bulmakta. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bu logoyu gören biri tıpla ilgili olduğunu anlayacak, biraz daha araştıran ise, içindeki manayı kavrayacaktır. Sözkonusu logo simgesel olarak fena değil ancak, grafik tasarım olarak mutlaka elden geçmeliydi, hatta bazı eklemeler de yapılabilirdi, bu teknik bir mevzu.

Sağda ise yeni T.C. Sağlık Bakanlığı logosu... Şu, her yerde kullanılması adet olan, kafası vücuttan bir gıdım ayrı duran adam figürünü kim bulmuşsa, onu bir kenarda kıstırmak istiyorum, o ayrı; ama şu logonun sembolizmasını (Türk Bayrağı hariç) bana açıklayacak bir kişi var mı? Olacağını hiç sanmam zira ben bu logonun nereden bulunduğunu biliyorum. İşte o belge aşağıda...

9 Mart 2012 Cuma

ANTİGONE TRAGEDYA YAŞAYINCA, BİZ DE YAŞAMIŞ SAYILDIK

Antigone'den, türlü oyunlar, oyunculuklar...
Antigone, dram sanatı içinde çok önemli bir oyun, Sophokles’in yarattığı karakterler, psikoloji tarihinde bazı hastalık ya da komplekslere isimlerini verecek kadar, tiyatro metinlerinin dışına taşmış karakterlerdir (Oedipus kompleksi, en meşhuru).

Tiyatroya asgari ilgisi olan biri, Antigone’nin bir yerde oynadığını duyunca heyecanlanır ve izlemeye koşar.

Elbette durum bende de böyle oldu.

Kenan Işık’ın yönettiği bu oyunu izlemek için, anadolu Yakası’nın çok hoş ve nispeten yeni olan Üsküdar Tekel Sahnesi’nde hazır bulundum.

Gelgelelim, izlediğimiz oyun, Antigone’nin tragedyası olacakken benim için tragedya oldu.

Kuşkusuz, Antigone’nin yaşadığı dram çok büyüktür, ama onunkinden daha büyük bir dram görmek isterseniz, oyuna gidin ve kendinize bir bakın, muhtaç olduğunuz dram, oturacağınız koltukta mevcuttur.

Lafı evirip çevirmeden söyleyeyim: Antigone’yi izlerken, oyundaki tek bir şey dahi, bana inandırıcı gelmedi, ne bir jest, ne bir ses bende “doğal” hissiyatını yarattı. Günümüzde, tiyatrolarımızda, böylesi hamasi, böylesi yüzeysel bir üslubun kalmadığını anlatmaya çalışırken, doğal oyunculuk tarzında arayışlar için laboratuvar çalışmaları, atölyeler düzenlenirken, İstanbul devlet Tiyatrosu’nda Antigone gibi bir metnin bu şekilde oynanması, üzücü.

Oyunda oynayan bütün oyuncu arkadaşlara soruyorum; oynadıkları “şey”e inanıyorlar mı?

İnanıyorsanız, bilin ki, bu yol, yol değil. İnanmıyorsanız, siz yaptığınıza, söylediğinize inanmıyorken, o koca dramların içine, seyirci olarak bizim girmemizi bekleyebilir misiniz?

Bir oyuncu olsun ki, önümüze, kızgın, ama sadece kızgın olmaktan başka bir şey olmayan bir tip koysun. Ama bu tip, aslında, dram sanatının en önemli karakterlerinden biri olan, Antigone olsun. İzlediğimiz Antigone, kızgın pozlar takınmaktan, hep yüksek ve “tok” perdelerden konuşmaktan başka bir şey yapmasın... Yazık değil mi? Gözde Okur’un Antigone’si bu.

Atilla Olgaç, anlıyorum, kendisinde pek davudi bir ses var. Ama başka şeyler de olması lazım. Sadece davudi ses ile, oyunculuk yapma devri çoktan geçmedi mi? Oynadığı Kreon karakterinin ikilemlerini, dertlerini hiç göstermiyor bize. Kreon’un, üstüne çöken ağır sorumluluklar, gururuna yenik düşerken, bir yandan da, yaptığının ne yanlış bir iş olduğunu anlayacak kadar da akıllı olan Kreon, kendisine çok mu az malzeme sunmakta acaba? Sanmam. Ama biz bunları olsun göremeyince, esen gürleyen bir sesten başka hiçbir şey bulamıyor, kendimizi oyuna kaptırıp tadını çıkartmak yerine, dakikaları saymaya başlıyoruz.

Barış Bağcı, bir Haimon oynuyor ki, evlere şenlik: Haimon, oyunun en bahtsız karakterlerinden biridir: Babası ile sevgilisi Antigone arasında kalarak, hayatına son vermeyi seçer. Sophokles’in bu karakteri, oyun boyunca çektikleri yetmezmiş gibi bir de Barış Bağcı’nın elinden çekiyor. Yeryüzünde ne kadar poz kesme, ne kadar duygudan yoksunluk varsa onu bir yerde bulmuş da, Haimon’da kullanıyormuş gibi gözüktü gözüme Barış Bağcı. “Höm, Höm” şeklinde tariflenen bir oyunculuk şekli vardır ya, işte tam o...

Oyunda neler neler var. Daha çok anlatmak gerekir. Ama ben hiç beğenmediğim oyunlar hakkında, beğenmediğim oyunlar kadar yazamıyorum. Sıkıcı ve yorucu oluyor. Şimdilik burada bırakayım en iyisi.



Oyun hakkında bilgi ve künye için: Burası

1 Mart 2012 Perşembe

MÜTHİŞ BİR BELGESEL

İnternetin en güzel taraflarından biri, istediğimiz bir çok bilgiye ulaşabilmek. 
Ama daha iyisi var: İstediğimiz bilgiye, istediğimiz zaman ulaşabilmek.

Televizyonun egemenliğinin sarsılmadığı zamanlarda, bir şeyi kaçırdığınızda, onu tekrar yakalayamazdınız. Şimdi internet, bu kuralı da yıktı.

National Geographic yapımı olan, Earth: Making Of A Planet (Dünya: Bir gezegen Yapmak. İsmin çevirisi bana ait. K.O.) benim televizyonda izlemeye başladığım, ama oyuna yetişeceğim için, neredeyse ağlayarak yarıda bıraktığım bir belgeseldi. Küçük bir araştırmayla internetten bulunca, yutarcasına tekrar izledim ve sizinle de paylaşma ihtiyacı duydum.

Belgesel, 5 milyar yıl öncesine gidiyor ve oradan sizi bir zaman trenine bindiriyor. 

Türkçe dublajı da çok nitelikli olan bu belgesel, Dünya'nın ve yaşamın varoluşunu, çok anlaşılır, müthiş bir görsellikle bize sunuyor.

Tek yapmanız gereken, bu yolculuğun tadını çıkartmanız.


Belgeseli izlemek için BURAYA tıklayın. İyi Seyirler...





19 Şubat 2012 Pazar

SANATÇIYI ANLAMA YOLUNDA...


Julia Cameron
Sanatı ve sanatçıyı anlama çabası (bunu çaba gösterenler için yazdım tabii), yüzyılların meselesi. Ancak, sanatçıyı değerlendirmeler pek de öyle sanatın içindeki kişilerce yapılmaz.

Hele hele, "sanatçı tıkanıklığı" gibi bir konuyla başetmenin yollarıyla ilgili çok az çalışma vardır ve bu çalışmaların büyük çoğunluğu, işin sahasında sanatsal faaliyette olanlar tarafından yapılmamıştır.

Julia Cameron'un, Sanatçının Yolu adlı çalışması, faal olarak yazın hayatının içinde biri olarak, bu türden bir boşluğu kapatıyor.

Zaman zaman, kendisini sanatsal bir boşlukta hisseden öğrencilerim, ya da dostlarım oldu. Bu gibi durumlarda söylenebilecek, yapılabilecek şeylerin sayısı çok az.

Cameron'un bu kitabı böyle bir açığı kapatıyor işte.

Sanatçının Yolu'nu okurken aldığım notları buradan (ya da aşağıdan da okuyabilirsiniz) görebilirsiniz. Belki kitap hakkında fikir vermeye yardımı dokunur.
sanatcının yolu

17 Şubat 2012 Cuma

"TEMİZ MARKA" OLABİLİR Mİ?


Güce tapanlar hep varoldu, bir de birinci elden güce tapana tapmak yerine, güce tapana tapanlar ortaya çıktı. Tavşanın suyunun suyu anlayacağınız.


 Bu durum bir marka merakını ortaya çıkardı. Kendisine tapılan egemen kişi ya da kurum, artık belli bir sınıf dışından mürid kabul etmeyecek kadar çıtayı yükseltmişse, avamın tapınma ihtiyacını karşılayacak markalar yaratır.


Bir tatlı dostluğun fotoğrafı... 
 Sözkonusu avam mürid, bu markalar aracılığıyla, onları edinmek yoluyla rahatlar ve kendisini en üstteki egemene daha bir yakın hisseder. 



 Markalar, bu bakımdan muktedirlerin "olmazsa olmazı"dır. 


Duruma örneklerin en çarpıcısı, Hugo Boss. Hugo Boss, hiç de öyle kendi halinde takılan bir giysi tasarımcısı değil, havayı kurt gibi koklayan bir işadamıdır. Fakat aldığı koku, onu hiç de gururla taşınacak bir yere sevketmemiş. Zira Hugo Boss, Hitler'in tasarımcısıydı. Birçok filmden aşina olduğunuz, SS ordusunun kullandığı kıyafetlerin tasarımcısı ve imalatçısıydı. 
Pek de şık olmuş elemanlar...


 Şimdi, Hugo Boss parfümünü kullanan, kıyafetini veya aksesuvarını kullanan bizler, onu, bir kanlı geçmişin üzerinde yükselen bu markayı, geleceğe taşıyan en önemli gücü teşkil ediyoruz. 


 Derdim sadece Hugo Boss ile değil, bir yerde markalaşma, tekelleşme, "kocaman şirket" olma varsa, yanı başında iktidar olduğunu anlatmak. Hiçbir marka temiz olamaz. Hugo Boss bir örnek sadece...