Tarihle, hadi Osmanlı tarihi diyelim, özellikle meşgul olmuyorsanız 3. Murad’ın adını, kimin nesi olduğunu bilmeniz pek mümkün değil. Fatih’i, Kanuni’yi, Yavuz’u, Hürrem’i, Kösem’i biliriz de, 21 yıl saltanat sürmüş bu padişahi bilmeyiz.
Ben de bilmeyecektim...
Artık biliyorum. Neden mi?
3. Murad, bir gün sabah namazına uyanamadı da ondan.
Duyduğu suçluluktan mı desek,”Şerden çıkacak hayır”ı bulmaya uğraşmaktan mı desek, bu olaydan sonra bir şiir yazdı; Santuri Ali Ufki Bey’e verip, bir şarkı besteletti de ondan tanıyorum.
3. Murad, büyük bir adam olabilir, 21 yıl gibi azımsanmayacak saltanatında çok önemli işler yapmış olabilir ama ben onun yazdığı bir şiirle, yüzümü ona çeviriyorum.
Eğer hangi şiir ve şarkıyı kastettiğimi bilmiyorsanız, bu parçayı dinlediğinizde bana hak vereceksiniz.
Dünya böyle bir çok örnekle doludur ki, çok önemli şahıslar yıllarca göremedikleri bir değeri, aniden, bir sanat eserinden dolayı görmeye başlarlar.
Sanatın gücüne bir not olarak ekleyelim...
Koray Onur
Uyan
Ey Gözlerim
Uyan ey gözlerim
gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in
kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan
uykusu çok gözlerim uyan
Seherde uyanırlar cümle
kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid
eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Semâvâtın kapuların
açarlar.
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…
Seherde
kalkana hülle biçerler.
Uyan ey gözlerim
gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Bu dünya
fanidir sakın aldanma.
Mağrur olup tac-u tahta dayanma.
Yedi
iklim benim deyu güvenme.
Uyan ey gözlerim
gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Benim,
Murad kulun, suçumu affet.
Suçum bağışlayub günahım ref’
et.
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan
ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Benim, seyirci tarafında olduğum 90’ların başında, oyunun bitiminden sonra, oyuncuların sahneyi terkederken, seyirciyi alkışlamak gibi bir adeti yoktu.
Nedense, özellikle 2000’li yıllarda, bu hareket geleneksel bir hal almaya başladı.
Öncelikle şunu saptamak lazım: Alkış, bir beğeni sonucu yapılır, seyirci de, bir oyunu, beğendiği için alkışlamaktadır, ve beğenmiyorsa alkışlamamalıdır. (Elbette, günümüz seyircisi, maalesef, alkışın, beğeni seviyesinin bir göstergesi olduğunu bilmeden, “adet olduğu üzre” alkışlamaktadır. Yine de, seyirci, alkışın nasıl ve ne için yapıldığını bilmese de, bu, onun gerçek niteliğini değiştirmez. Neyse, konuyu dağıtmayayım.)
Dediğim gibi, alkış bir takdir ve tebrik göstergesidir. Alkışı gönderen seyirciye karşı, oyuncu bu tebriği, şükranla kabul eder. Yani teşekkür göstergesi olarak eğilir.
Buraya kadar her şey gayet izana, nizama, ve nezakete uygunken, biranda oyuncunun seyirciyi alkışlayarak, süreci tersinden tekrar başlatması ne ola ki? Seyirciler de, bir kez oyunculara eğilsinler ve tiyatroyu öyle mi terketsinler istenmektedir; yoksa seyirci oyunu çok mu iyi izlemiştir (iyi izlemek nasıl bir şey?); o kadar iyi izlemişlerdir ki, oyuncular kendilerini alkışlamaktan alamamamışlar mıdır?
Şahsen, seyirciyi alkışlama tavrının altında, bir aşağılık kompleksinin yattığını düşünüyorum. Oyuncu/tiyatro insanı, bu kadar işi gücü içinde tiyatroya “zahmet” edip gelen; maç, dizi, sinema filmi yerine tiyatrosunu tercih ve teşrif eden seyirciye minnetini ifade etmektedir, kendince.
Şayet bir sanatçı, sanatını, samimiyetle, diğer bir çok meşgaleden daha tercih edilebilir, ortaya koyduğu işini tebriğe değer görüyorsa, kendisine talep gösteren kişiyi tebrik eder mi?
Ama siz, aklınızın bir köşesinde dahi olsa, üretinizin ya da topyekûn sanatınızın, birçok şeye nispetle daha geri planda olduğunu düşünüyorsanız, onu tercih edenlere minnet duyar, teşekkür etmeye başlarsınız.
Seyirciyi alkışlayan meslektaşlarım kendilerini bu yazının muhatabı olarak görmüyor olabilirler, ama özeleştiri yapıp, yol yakınken bilinçaltımızın kirinden pasından kendimizi arındırmadığımız sürece, gereksiz adetlerden kurtulamayız. Mesleğimize önce biz gereken değeri talep etmedikçe, toplumun gözünde yükselemeyiz.
Koray Onur
Not: Kullandığım videoda, bana göre, doğru bir alkış sekansı vardır.
Küheylan oyununun başrol oyuncusu Fatih Sevdi ve bendeniz Koray Onur, birçok konu, ama asıl olarak Peter Shaffer'in yazdığı, Yunus emre Bozdoğan'ın yönettiği bu oyun üzerine konuştuk. Buyrunuz,
Programı indireyim, ben mp3 çalarımda dinlemek istiyorum, kulaklıkla, otobüste giderken rahat oluyor diyorsanız indirmek için aşağıdaki linke tıklayın. Programı ücrestsiz olarak indirebilirsiniz..
İzlediğim bir oyunu sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. Aslında izlediğim her oyunu buralara yazmak gibi bir isteğim olsa da, üşengeçliğin elinden kurtulan çok az şeyi görüyorsunuz burada.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın birkaç yıldır başdramaturgluğunu yapan Tarık Günersel’in yazdığı; Türk Tiyatrosu’nun önemli isimlerinden biri olan Erol Keskin’in yönettiği Zırhlı Kurt adlı oyun.
Oyun, ilk temsilini 16 Mart 2011 tarihinde,
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde yapmış.
Osmanlı Tarihi, diğer sanat dallarımızın aksine, tiyatro yazınında kendine oldukça yer bulmuş ve bulmakta olan bir konudur.Bu anlamda, Osmanlı Tarihi konusuna gereken önem verilmediği konusundaki eleştirilerden, başı dik çıkabilecek bir alandır tiyatro.
Zırhlı Kurt, Tarık Günersel’in, Osmanlı Tarihi konusunda tiyatro yazınına kattığı önemli oyunlardan biri. Bir kere iyi bir metin var elimizde, yapısı itibariyle ritmi düşük olmasını, dolu içeriğiyle kapatan, bizi oyundan koparmayan, “Her cümlesinde bir şey söylenmek istiyor, kelimeler sarf edilmiyor, istif ediliyor.” diye düşündürten bir metin. Önemli tarihsel şahsiyetlerden alıntılanan sözler, kullanılan bazı hikayeler ve arada serpiştirilen esprilerle metnin gücü destekleniyor. Uzun sözün kısası, ustalıklı, sadece dinlenmeye bile değer bir metin var sahnede.
Erol Keskin’in rejisi, elindeki bu metnin ihtiyaçlarını karşılar nitelikte, kalifiye bir teatral anlayışla bezeli. Bununla şunu demek istiyorum. Oyunun sahnelenişinde, bir tavır için çalışılmış ve bu tavır, ortak bir şekilde kotarılmış.
Aslı Öngören, oldum olası beğendiğim bir oyuncu. Tip ve oyunculuk tavrı olarak onu tanıyanlara, hemen Kösem Sultan için çok iyi bir seçim olduğunu düşündürtür. Ancak, bu düşünce, her ne kadar doğru olsa da, onun oyunculuğuna değerinden az paha biçmek olur. Zira, Aslı Öngören, yıllardır skalasındaki birçok renkle bizi tanıştırdı. Şimdi ise, bunu, aynı oyun içerisinde birkaç rolü birden oynayarak yapıyor.
Murat Coşkuner'i, Taner Barlas’ın yönettiği, Tolstoy’un bir öyküsünden sahneye uyarlanan Bir Atın Öyküsü adlı oyundaki, Alaca rolünden beri ilgiyle takip etmekteyim. Murat Coşkuner, yaşlanmayan biri, bu hem fiziksel olarak hem de oyunculuk enerjisi olarak böyle. Onu, şimdiye kadar birçok oyunda izledim ve beni her zaman oyunculuğuyla tatmin etti. Buradaki IV. Mehmet yorumuyla yine beni şaşırtmadı. Upuzun tiradları tekdüzelikten kurtararak, metnin güzelliklerini parlatacak incelikle bize aktardı.
İbrahim Gündoğan, bu iki oyuncuyla birlikte son derece başarılı bir performans sergiliyor. Oyunun önemli yüklerinden biri onda, zira çok fazla kişiyi birden canlandırması, bunlar arasındaki farkları sırıtmadan, usturuplu bir şekilde koyması gerek. Eh, bunu da bir hayli başarıyor.
Zırhlı Kurt, rahatlıkla önerebileceğim bir oyun. Oyun, arasıyla birlikte 2 saat kadar sürüyor. Şimdiden iyi seyirler.
Not: Oyunun künyesi ve online bilet için buraya tıklayabilirsiniz.
Ne zamandır şöyle çakralarımızı
açacak, bize “ne” ve “kim” olduğumuzu düşündürtecek bir
müzik eseri ortaya çıkmıyor, özellikle armonik düzenin çarkları
arasında ezilen Batı müziği kültürel bir tıkanma yaşarken,
tek müzik kaynağımızı kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyorduk.
Oysa Ankaralı Namık yetişti
imdada... Sağolsun, müthiş bir Barış Manço “Kavır”ıyla
karşımıza çıktı. “Bal böceği” adlı şarkısını almakla
kalmadı, onu Red Kit'den yaptığı “Dalton” alıntısıyla da
harmanladı. (Barış Manço'nun tırt bir şarkısı olan bal
böceğini dinlemek için tıklayın)
İnsanlar küfür etmeyi terbiyesizlik,
ama onun imasını yapmayı büyük bir zeka göstergesi sanıyor.
Terbiyesizlik ile deha arasındaki mesafede neler var orayla
ilgilenen yok. Şu ankaralı Namık, bize bunu sorgulatmayı
başarıyor.
Kalkmış bir kobra yılanı.
Bu gibi videolar, askerde sık sık
izlenir. Zira yasaldır ve yasal olmakla birlikte pornografik öğeleri
de barındırır. İnsan pornografik olmanın yollarını her zaman
buldu, bulacak. Bari porno serbest olsa da, biz de biraz kaliteli
porno izlesek. Yüzünü peçeyle gizleyen ablanın ise en oynak, en
işveli olanı olması da gözden kaçmıyor. Bir yandan da bunu çok
normal buluyorum. Yüzünün gözükmesini istemediği bir yerde,
yüzünün gözükmesini istemediği bir şeyler yapacak kişi ne
yapar, yüzünü örter.
“Açın gızlar arayı salıyom
gobrayı” lafı değil de, beni asıl, sonrasında gelen
“varroouuuvvv!” nidası bitiriyor. Bu mu lan bizim gaza
geldiğimiz nida?
Carrefour Acıbadem mağazasında gördüğüm bir şey. İnsanın ilk bakışta dikkatini çekmese de, başka bir ülkede olsa, tazminat sebebi olur diye düşündüm.
Carrefour, kıyafetlerin denenmesi için erkekler ve kadınlar için iki deneme kabini koymuş, bunlara da BAYAN DENEME KABİNİ ve ERKEK DENEME KABİNİ yazmış.
Deneme Kabini (erkek)
Deneme Kabini (kadın) yazmak varken, böyle bir şeyi insan ancak umursamazlıkla açıklayabilir. Bu kabinleri yapanlar Türkçe bilmiyor değil ya?
Korkunun refleks olanını bir kenara
koyalım; bir bilinç silsilesi sonucu olanından neredeyse
tiksiniyorum. Cesaretsiz, sinik, ezik insanın yapacağı türden bir
eylem...
Bu türden korkunun, sebebi, hayati
tehlike barındıranını bir şekilde anlıyorum: Aileniz ya da
yakınlarınızın hayati tehlikesin, hissettiğinizde bir tür
refleks olarak korunmaya geçip sinmek, zaman zaman, anlaşılabilir
oluyor.
Ama, sözgelimi patrondan ya da
öğretmenden, kısacası sizin isteminiz dışında “üst” olmuş
kişilere karşı duyulan korku, en hafif tabiriyle, sinmişlik.
Piramitler eskiden böyle yapılıyordu.
Gelin, iş hayatımızda, patrona karşı
duyduğumuz “saygı” kılıfındaki korkunun gelişimine ufak bir
pencere açalım. Ama şunu belirtmeme izin verin, bu pencere, bir
miktar, parantezle bezeli olacak: zira dün ve bugün, o
parantezlerde saklı.
Eskiden, korkmamak, cesur olmak bir
erdemdi (cesaret, sonradan, sadece aptalların yapacağı bir eyleme
dönüştü, ona bağlı kahramanlık ise, “artizlik yapmak”a).
Sonra “ekmek parası” adlı, buram buram arabesk kokan bir kavram
ortaya çıktı (daha önce, ismi; iş, meslek, sanat, zanaattı).
Kazanılan para direkt olarak midemize
giren ekmekle anılır olunca işin şekli değişti. Zaten, Türk halkı, fakirliğin ve politikadan kaynaklanan çaresizliğin içinde
debelenirken, paranın bu ilk anlamından başka bir şeyle
ilgilenmedi. Dolayısıyla paranın, “lüks şeyler için” de
kullanılabilir olduğuna dikkat etmedi.
Ancak, bir süre sonra, çalışarak
(alnının teriyle çalıştığını varsaydığımız) kazanılan para sadece,
“ekmek almak” için değil; otomobil (sonra araba oldu), apartman
daireleri (sonra hava atılan bu apartman daireleri, yerini, o
zamanlar “avam” kabul edilen müstakillere bıraktı ve zenginler
müstakil villaları için sıraya girer oldu) alındı. Kazanılan
paranın adı ise hala “ekmek parası” olarak kaldı.
Dini duyguların çok çok sömürüldüğü
ve sömürülecek başka duygular da olması için, o duyguları pekiştirmenin
gerekli olduğunun iyice öğrenildiği bu dönemlerde,
zenginleşmenin bu “tarım ve anadolu” kokan isminin yanına bir
de dini kılıf bulunması gerekiyordu.
Borsa... Bu modern "piramit" artık başka tür kölelerle yapılıyor
Buna göre, denklemdeki eksik bölüm,
Allah'ın isimlerinden biri olan El-Rezzak (rızık veren, ihsan
eden)'ın kökü de olan “Rızık” kelimesi, özellikle ailenin
en önemli parçası olan çocuk ile birleştirilerek “Çoluğumun
çocuğumun rızkı” şeklinde bir kullanımla tamamlandı.
İşte bu müthiş birleşimle birlikte
para kazanmak geleneklerimize uygunluğu kadar kutsallığıyla da,
çok sağlam bir temele oturmuş oldu: Bu saatten sonra para
kazanmaktan daha önemli ne olabilirdi? İnsanın para kazanmak
uğruna çektikleri kutsaldı ne de olsa.
Patronlar, para kazanmanın kutsal,
kazananın “başarılı” ilan edildiği bu ortamda daha çok
kazanmaya devam ederken, çalışanlar (eskiden, işçi, emekçi,
amele denirdi) ise “çocuklarının rızkı” ve “ekmek parası”
için bazı “küçük” haksızlıklara göz yumuyor, rızık için
eğdikleri başı eğilmiş saymıyor, bu türden bir sinmişliği,
sabır olarak nitelendirerek, kendini olumluyorlardı.
Firavunun kırbacı altında inim inim
inleyen köleler sonuçta Tanrı katında büyük bir işin (piramit)
parçası olduğunu düşünerek nasıl rahatlıyorsa; dünün
amelesi, bugünün çalışanı da türlü aşağılanmaya işte
böyle katlanıyor.
Patronumdan, çevremdeki güçlülerden
korkmamın sebebi, işte bu altyapı oldu. Ekmek parası ayağına
korkaklığımı besleyip durdum.
Bu korkaklığın tek ilacı, bir
korkak olduğumu kabul etmem!
Oniki yıl önce bugün, İzmit'den, Değirmendere'ye giden, tıkabasa dolu, olağandışı trafik yüzünden, beş dakikalık yolu yirmibeş dakika hızla ancak gidebilen bir minibüste, Ağustos sıcağında ilerlemeye çalışıyorduk.
Ben ve şimdilerde artık rüştünü iyice ispat etmiş olan oyuncu arkadaşım Sarp Aydınoğlu, haberlerden, en çok zarar gören ilçe olduğunu duyduğumuz bu yere gidip, ne konuda olacağını bilmeden bir şeylerin ucundan tutabilmek ümidiyle yola çıkmıştık.
Orada sadece dört gün kaldık ve hayatımda bu kadar çok şey öğrenmeyi, dört güne bir daha hiç sığdıramadım.
O günlerde öğrendiğim en önemli şey, empati denen şeyin ne kadar boş ne kadar işe yaramaz bir mefhum olduğuydu.
Empati denilen olguyla yaklaştığım zaman, reaksiyonum insanların acısını “paylaşmak” oluyordu. Halbuki bunun benim üzerime vazife olmaması bir yana, üzülmekten hiçbir işe yaramıyor hale gelmiştim.
Şunu anladım, oradaki insanların acısını zaten paylaşamazdım, bu mümkün değildi; hiçbir teskin edici “bilgelik” dolu cümle işe yaramazdı. Hele bu, benim gibi, oradakilerle kader paylaşımı noktasında, bir yakınlığı olmayan birinden geliyorsa, tamamen lüzumsuzdu.
Orada ne iş yaptığımı, “neci olduğum”u bu silsileden sonra farkettim. Benim tek yapmam gereken, orada bu acıyı yaşayanların gündelik yaşamını kolaylaştırmaktı.
O yüzden biraz da tesadüfler eseri olarak, aslında için için istediğim (bir kahramanlık türü olarak gördüğüm) enkaz kaldırma işi yerine, erzak dağıtım konusunda çalışmaya başladım.
Enkaz kaldırırken, birini canlı çıkaran bir el olabilir, ömür boyu anlatacağım bir hikayeye sahip olabilirdim. Ama ben, hiçbir karizması olmayan erzak dağıtma işindeydim.
Eğer şartlar olağanüstü ise, çevresindeki her olayı ve işi olağanüstü hale getiriyor. Benim oradaki varlığımın hangi yaraya merhem olduğunu bilemem, ama bana çok faydası oldu. Değirmendere'deki o dört günümde hayatımı belirleyecek şeyler öğrendim, hayatımı belirleyecek suratlar gördüm.
Oniki yıl oldu. Artık olan oldu ve kaybedilenler kaybedildi. Kötü zamanlardı.
Ama, tüm bunları yok sayıp, yeni depremlerin geleceği bütün bilim verileriyle gayet net ortaya konduğu halde hala bu konuda yapılan çalışmaların sığlığı... İşte asıl insanı yıkan, içinde küfür istekleri yaratan.
Empati istemiyoruz, artık yeter! Kimse o felaketi yaşayanların yerine kendini koymasın, koymasın ki, olayı adam akıllı değerlendirebilsin. İnsan olarak olaya yeterince bakıldı ve bir çoğu gereksiz “insani mesajlar” verildi. Artık bir “şey”ler yapılsın, zaten şartlar olağanüstüyse, gerekli olağanüstü dersleri herkes çıkarır.
Vatandaş olarak biz, empati değil, eylem istiyoruz!
Hastasıyla birlikte acı çeken doktor, o hastayı nasıl ameliyat edebilir? Empati kurmaması, hasta için her zaman daha doğru bir şey bu açıdan.
Empati değil, sağlıklı, bilimsel bir değerlendirme sonrası, akılcı ve aydınlık bir çözüm istiyoruz.
Daha önce, Otomatik Cam Sendromu adlı bir yazımda azıcık da olsa yer verdiğim bir konu: Yardım anlayışı...
Otobüste bir yaşlıya yer vermek öğretildi bize değil mi? Kim öğretti bunu? Devlet, hükümet, ya da sistem... Bunu, küçüklüğümüzden beri, gerek örgün eğitim yoluyla gerek de çevremizden gördüklerimiz yoluyla öğrendik.
Peki bize neden, ödediğimiz vergilerle alınan bu otobüslerde ayakta kalmamızın bir “hizmet eksikliği” olduğunu ve bu hizmeti verene, yanlış yaptığını söyleyip, onu düzeltmesi yönünde baskı yapmamız gerektiği öğretilmedi?
Sen, o hatta daha çok otobüs koyma, insanlar ayakta kalsın, bir de bana yer vermiyorum diye kız. O zaman sana kim kızacak?
"Otobüste ayakta kalan yaşlılara ve hamilelere yer vermeliyiz. E mi yavrum?
"Peki onlar niye ayakta ki?"
Saçmalığın normalleştirilmesi böyle olur işte. Bir şeyi yeterince devam ettirin, o ne kadar saçma olursa olsun, bir süre sonra normal sayılabilir hale gelecektir.
Normalleştirme çalışmasında, “gaz alma” kabilinden bazı numaralar da vardır. Saçmalığınıza, eksikliğinize ahlaki bir destek bulun:
"Aferin, yer veriyor. Bak, yaşlı insanlara ne kadar da saygılı."
Otobüste ayakta kalmak abesken, ayakta kalana yer vermemek ne zaman abes oldu yahu?
Konuyu şuraya getireceğim: Etrafta çiçek böcek üzerinden, rant üstüne rant kazandıran belediyeler, bu parayla yeni otobüs alsalar, artık “büyüğe saygı” kavramını “otobüs yolculuğu” düzleminden kurtarsalar dersiniz, hemen sizi, doğa düşmanı, estetikten anlamaz, ayrıca da büyüğüne saygısız yaparlar ya, şimdi ben aynı sebepten, şu yardım mesajlarını atmayın diyeceğim, bakalım buna ne denecek.
Somali açlıktan ölüyor, doğrudur. Her altı dakikada bir insan ölüyor orada. Bizim, nedense özellikle ramazanda patlak veren, “kemikleri sayılan çocuk” düzeyindeki “acıma bezeli, megaloman hayırseverliğimiz”in oraya ne faydası olacağı sanılıyor?
Güneş balçıkla sıvanmaz, Afrika'da ölümlerin sebebi, yardım etmemek değil, “gerçek yardım”ı etmemek. Yoksa, dünyanın sadece kozmetiğe harcadığı para ile kurtuluyor o kıta (dünyanın silaha harcadığıyla ihya olur).
Afrika ve dünyanın birçok yerinde insanların ölmesinin sebebi, kimsenin samimi olarak orada olanlara ilgi duymaması ve üzülmemesidir.
Ben, orada olanlara yeterince üzülsem çok daha farklı şeyler yapardım. Ne yapardım bilmiyorum, ama şuan elimde kalemle, karşıma vantilatörü koyup püfür püfür, “cümleyi nasıl daha iyi kurarım” diye düşünmekten daha farklı bir şey olurdu bu. O kadar önemsemiyorum, bu kadar basit. Neden önemsemediğimin çeşitli sebepleri olabilir.
Ama bu yazıyı okuyan birçok kişi gibi siz de sakın önemsediğinizi söylemeyin. Hele hele önemsiyorsunuz diye, o güzel cep telefonlarınızdan attığınız yardım mesajlarını sakın delil olarak sunmayın. Siz, vicdanınızı rahatlatmaktan başka bir şeyin peşinde değilsiniz. Tıpkı benim bu yazıyı yazarken yaptığım gibi.
Nereye gittiğini takip etmeye tenezzül bile etmediğiniz yardımlarımızla oranın sorunlarına hiçbir çözüm bulunmuyor. O devasa açlığın dişinin kovuğuna bile gitmeyecek aciz yardımlarla sadece vicdani mastürbasyonunuzda bir sayı daha atlıyorsunuz o kadar.
Mesaj at, yardımsever ol. Otobüste yer ver, saygılı bir insan ol.
Sanatın parayla ilgili bir şey olmadığını, sanatın, yaratıcılıkla ilgili olduğunu, yaratıcılığın da bir ücreti reddetmesi gerektiğini düşünen herkesin içinde bulunduğu durum.
Sanat üretiminin metasal malzemeleri elbette ücretli. Ressamın boyası, yazarın kalemi/mürekkebi, sinemacının kamerası vs. Ama bunlar, adı üstünde meta. Bunların hepsine sahip olmak ve niyet etmek, sanat yaratmış olmak demek değilse, demek ki sanatın gerçek değeri düşünsel ve yaratımsal noktasında...
Peki bu yaratıcılığa neye göre fiyat biçilecek? Popülariteye, akademik değerine, bir yenilik getirmesine göre mi?
Böyle bir değer ölçüsü yok, olamaz da.
Sanat, parayla ölçülemeyecek bir şey. Ve sanatçı, tam da bu sebepten, kesinlikle, korsandan korkmamalı.
Sanatın parasız yapılmayacağını düşünenler, öznel bir fikir sunuyorlar. “her şeyin bir bedeli olduğu” gibi bir önkabül ile bu yargıya varıyorlar.
Kaldı ki, bu ön kabülü reddediyorum.
Sanatın herhangi bir alanı, şu anda da yapıldığı gibi, üretilmeye devam etmeli, ama korsana karşı durulmamalı. Korsan, her anlamda iyi bir test, “kitlelere ulaştım mı?” sorusunun cevabıdır, bunun yanında “Güzel bir çalışma mı çıkarttım ortaya?” sorusunun cevabı da yine korsan tüketimden alınabilir.
Tüm şarkılar, yazılar, resimler, fotoğraflar, filmler korsan dünyası içinde kendilerini ifade etmeli. Bu bir zorunluluk, manipülasyonlara karşı durmanın en iyi yolu, korsandan geçer. Üreten kişi, iyi olup olmadığını net olarak buradan görebilir.
Kapitalist dünya, hiç de umrunda olmadığı halde, korsanla mücadeleyi “emek hırsızlığı” sloganı altında yapıyor. Bense, her şeyin ortalık yere bırakıldığı ve zaten ortada olan şeyin çalınamayacağı bir sanat dünyası öneriyorum.
Öncelikle, Amy Winehouse'ın çok seven bir dinleyicisi olduğumu, ölümüne, her sanat insanının ölümü bir kayıp olması sebebiyle de, çok üzüldüğümü söylemek istiyorum.
Ama dün gece, Amy Winehouse'ın ölüm haberini aldığımızdan beri sosyal medyada "Amy"nin ölümüne üzülmemizin şart olduğu gibi bir hava esti. Kendimi yılbaşı günü eğlenmek zorunda olan biri gibi hissettim. Hani olur ya, sırf o gün eğlenmek adet olduğu için, hiç de öyle hoplayıp zıplayası yokken, eğlenmek zorunda kalmış biri gibi...
Amy Winehouse'ın ölümüne üzülmem yetmiyordu, mutlaka ekşi sözlüğe, facebook ve twitter'a konuyla ilgili bir iki kelam etmek ya da "amy :(" tadında bir şeyler yazmak gerekiyordu adeta. Hani kimse beni buna zorluyor değildi, kastettiğim başkalarının da, böyle bir ifade konusunda, sanki çok lazımmış ve sanki öyle yaparak üzüntülerini hafifletiyorlarmış gibi düşünmeleriydi.
Oysa ki bu ülkede " :( " yapılacak neler neler olmadı ki... Bu kalabalık o zaman ne yapıyordu? Amy Winehouse (bakın ısrarla adını ve soyadını kullanıyorum, kendisi benim dayımın kızı olmadığından ya da beraber çocukluğumuzda çember çevirmediğimizden...) öldüğünde onun hakkında paylaşımlar yapan, ölümü üzerine mutlaka bir şey söylemek zorunda hisseden ve bunları yapamasa bile, sadece "amy:(" yazan kalabalıkların, bu ülkede, çağdaşlık ve aydınlık, ayaklar altına alınırken; masum yüzlerce insan, haklarında dava bile yokken yıllardır hapislerde çürürken; hayatımızın her alanı baskı, zulüm ve sansürle kaplanırken; ülkemizin, dişiyle tırnağıyla yarattığı fabrikaları, telekomları, limanları, arsaları, değerleri bir bir yabancılara "babalar gibi" satılırken; kömürle, erzak torbasıyla, pirinçle cehalet kandırılıp, "oy rantı" illegal yollardan elde edilmeye çalışırken, klavyesinde tuş mu yoktu?
Ayrıca;
Bu kalabalığın üzüntüsünün ne kadarı Amy Winehouse'un sanatına diye düşünüyorum: SAnmıyorum ki, böyle kalabalıklar bir sanatçı kaybettikleri için üzülüyor olsunlar. Onlar, olsa olsa, hayatlarında kendi olamadıkları "asi" bir rengin boşluğuna üzülüyorlardır. Onlar böyle sığdır çünkü.
Bunun belirtisi de, kendini hemen yaratılan "27" mitinde gösterdi. Yok efendim, Curt Cobain de, Jimi Hendrix'te vs. yirmiyedi yaşında ölmüşmüş de, bu bir lanet miymiş, neymiş. Sen birinin ölüm üzüntüsüyle uğraşırken aklına bu mu gelir? Ama bu kalabalık, Amy Winehouse ile değil, kendi yaşamındaki boşlukla uğraşıyor ve o boşluğu şimdi de hemen "27" mitiyle doldurmaya uğraşıyor. Çağımızın insansızlık ve vicdansızlık hastalığı tam da budur. Amy Winehouse ölür, siz de ona üzülüyormuşsunuz görünümlü, kendi magazinel dünyanızı kurarsınız. Hayırlı olsun.
Bu kalabalık, aynısını Barış Manço için de yaptı, onda pek tutmadı, zira Barış Manço bir şekilde o kalabalığın damarlarına işlemiş bir "bütünsellik"idi. Amy Winehouse gibi, "asi kız" değil. ABD ya da İngiltere'de durumu bilemem ama bu bizim ülkemizde böyle.
Kalabalıklar, kalabalıklar gibi davranır. Onların zekası ve ruhu yoktur. Yemişim, "Amy"ciklerine üzülen kalabalıkları....
Bir ara, bu resmin, Abidin Dino'ya ait olduğu gibi bir geyik dolanıyordu.
Bu saçma bilgiye göre, Nazım Hikmet'in Saman sarısı şiirinde "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin." seslenişine, Abidin Dino bu resmi yaparak cevap vermişti.
Ben, O resmin olduğu bir yere link vererek, ekşi sözlükte, araştırıp incelemeden yorum yapmanın ne yanlış olduğunu şöyle vurgulamaya çalışmıştım: "bağlantıdaki resmin abidin dino'ya ait olmadığını anlamak için, bir adet abidin dino resmine bakılmasının yeterli olabileceği, nazım hikmet beyiti."
Bütün bunlar, 2010'un şubat ayında oluyor, yani neresinden baksak, bir yıl oldu .
Bugün gördüğüm bir haberde, Burcu Kara ve Buğra Gülsoy, bu resmi düğün davetiyelerinde kullanmış ve onlar da, aynı hatayı yaparak Nazım Hikmet ve Abidin Dino'ya atfen " Bizim için de mutluluğun resmi buydu. Ama önce bir düğün gerekiyordu” yazmışlar.
Burcu'yu tanırım, onunla bir süre çalıştım ve hep de çok sevdiğim bir arkadaşım oldu. Birlikte çektiğimiz İpsiz Recep'ten sonra bir ara konuştuk, sonra iletişimimiz de koptu. Ancak onu, böyle hataları yaptığında çok üzüleceğini bilecek kadar tanıyorum, zira, sanat dünyasında, insanları yaptığı işe göre, iş namuslarına göre değil, diplomasına göre değerlendirenlerin hedefinde olmuş, bu haksızlığı duyumsayarak hep çalışmış biri olduğunu söyleyebilecek kadar tanıyorum.
O, "dışardan" girdiği, oyunculuk "camiası"nda hep kendini geliştirmeye, kompleksiz bir şekilde uğraşmış ve bunu da büyük ölçüde başarmış bir arkadaşımdır.
Ama, bir kanalda değil, birkaç kanalda birlikte çalışmak lazım. Bir sanatçı, birkaç alanda birlikte çalışmalı ve çok değişik disiplinlerde bilgi sahibi olmalıdır. Bunun için araştırması, bilmesi gerekir.
Bir aralar çok tartışılan "sanatçı duruşu" diye, garip bir tartışma mevzu'u vardı. Belki de aranan özellik budur. Bilgi, o bilgiyi işleme şeklinde, ortalama bir insandan daha ileride olma becerisi...
Ki, böyle hatalar yapmayalım...
Not: Sözkonusu resim, Amerikalı Dianne Dengel adlı sanatçının "Home Sweet home" adlı eseridir. Sanatçının sitesi için, buraya tıklayınız
Şahane, şahane, şahane... Bir duygu seli, bir ayrı güzellik, bir ayrı mutluluk... Taşkın, adını vermek istemeyen konuk ve bendeniz... Dinleyin, dinletin; paylayın, paylaştırın...
Dergi denen mefhum, adı üstünde, derlenen yazı veya görsellerden oluşmuş bir bütünlüğü ifade eder. Derlenen “şey”lerden oluşmuş olması sebebiyle de, yazarın dergiye “kapak atması”nı değil, hakettiği ölçüde dergide yer almasını körükleyen bir yapıya sahiptir.
Derginin, bu seçiciliğinin yanında, bir yandan okuyucu için ayrı bir deryadır. Sürekli olarak yazar değişen bir yapıda, okuyucu, yeni yazarlarla tanışma ve onlarla çok farklı pencerelerden bakabilme fırsatını yakalayarak, “keşif açlığı”nı bastırabilecektir.
Yine de bu özelliklere sahip dergicilik anlayışı ülkemizde pek de yapılmamakta. Zira, sürekli bir yayında, belli periyodlarda, bir “derleme” yapıp hem de bu derlemeyi, kadrolu bir yazar grubu değil, yine “derlenmiş” bir yazar grubuna yaptıracaksanız, işiniz hayli zor demektir. Bu zorluğu gören bir çok genel yayın yönetmeni ve yazı işleri sorumlusu ise, dergilerinde okuyucularını keşfe çağırırken, kendileri yazar keşfinden kaçınarak, isteyerek ya da istemeyerek kısır bir dergiciliğe adım atmış olur. Günümüz dergiciliğinde de en büyük sorun sanırım buradan kaynaklanmaktadır.
Ama durum her zaman böyle olmayabiliyor. Bazı dergiler, tüm bu olumsuzlukları aşmak yönünde önemli çabalar gösterebiliyor.
Bu özgün, özenli ve doğru yolda ilerlediği çok açık olan bir dergiyi sevgili kardeşim Doğa Aksak sayesinde keşfettim: Psikeart...
Psikeart, 2 ayda bir yayımlanan, psikiyatri ile sanatın iç içe geçtiği şeklinde bir kabulle hazırlanan, şahane bir dergi. Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni, M. Emin Önder büyük ve meşakkatli bir yola çıkmış ve şimdiye kadar da onbeş sayıya ulaştırmış dergisini. Yazı İşleri Müdürü, Ercan Yaşa ise zaten gayet tecribeli bir dergici. Derginin Kreatif Direktörlüğünü ve tasarımını yapan Sibel İlkin Uçuran için ise ayrı bir parantez açmak lazım. Zira, “soyadıyla müsemma”, dergiyi alıp “uçuran” bir tasarıma imza atmış. Adında art(sanat) geçen bir derginin altını doldurmak adına içeriğinin yanında iyi bir tasarım gerektiğini düşünmemek elde değil. Bu işin üstesinden ustaca gelen Sibel İlkin Uçuran, bunu yaparken derginin kolay okunabilir olmasından ödün vermeyerek ikinci bir takdiri de hakediyor.
Psikeart, önemli bir dergi, sanatın paralelinde giden insanı anlatmanın yolu belki de, psikoloji ve psikiyati ile sanatı “eşgütmek”ten geçiyor. Bu açıdan dergi, büyük bir boşluk dolduruyor. Emeği geçen herkesi tekrar tebrik ediyorum.
Fahri Bayram adlı vatandaşın pazar akşamı Boğaziçi Köprüsü'ndeki intihar girişimini anlatıyor.
Ama o, Fahri Bayram'ın intihar teşebbüsünü, trafiğin tıkanmasından daha önemsiz buluyor olacak ki, şöyle bir altbaşlık kullanıyor: "Pazar gecesi olacak şey değil."
Müthiş muhabir Erollu, intihar teşebbüsünde bulunacakların da pazar günlerinin resmi tatil olduğunu mu düşünüyor bilemeyiz ama, Fahri Bayram'ın "şov yaptığı"ndan da bizi haberdar ettikten sonra, fotoğraf yanındaki yorumu şöyle bitiriyor: "Tabii ki intihar etmesini kimse istemez ama millete de boşu boşuna işkence çektirmeye hakkı yoktu..."
Buradan anlıyoruz ki, vatandaşımız Fahri Bayram'a "Fahri! Buna hakkın yok." diye fırça atan müthiş muhabire göre, eğer Fahri Bayram intihar etmiş olsaydı en azından "millet"in bu "çektikleleri", boşu boşuna olmayacaktı...
Neresinden tutulsa elde kalan bu haberin asıl kötü tarafı muhabirin Türkçe'den bihaber olması değil, olaya, büyük bir gazetede bu şekilde değinebilecek cürete sahip olması. Bu nasıl bir rahatlık, nasıl kirlenmiş bir bakış açısı?
İşin bir de şöyle bir tarafı var: Kim intihar eder? Özel hayatında ve çevresinde gelişen bir çok olayın sonucunda yaşamının bir değeri kalmadığını hisseden kişi... İntihara teşebbüs edenlerin de yakarışları bir farkedilme arzusudur aslında. Şimdi bu haberi okuyan Fahri Bayram, ne hissetmiş olabilir, bir düşünün.
İnsan hayatı bu kadar ucuz değil. Özellikle kendini bilmez muhabir bozuntularının leş gibi kalemlerinin serbestliğinin, rahatça karalayacağı kadar hiç değil.
Bunu en iyi gazetecilerin bilmesi gerekir.
Fotoğraf yayınlama konusundaki bilgisizliğimi bağışlayın diyerek, haber için buraya tıklayabilirsiniz.
Meksikalı ressam. Yeni nesil ressamlar arasında çok önemli bir yere sahip olacak gibi gözüken bu önemli kişi, fotoğraf gerçekliğinde, özellikle su üzerine yaptığı çalışmalarla ilgi çekiyor.
Suyun, fotoğraf gerçekliğinde yağlıboya ile resimlenmesiyle yetinmiyor bu sanatçı, aynı zamanda, bize sanki, yüksek hızlı bir kamerayla yakalanmış bir görüntü hissiyatı bırakan anları resmetmekte büyük ustalık gösteriyor.
Suyun ağır çekimde farkedilebilen yağlı görüntüsü, bu ressamın fırçasında müthiş bir ustalıkla, fotoğraflanmış gibi.
Hugh Laurie kimdir? Bu isim belki, aktörleri dizilerde oynadığı karakterin adıyla anma alışkanlığında olan okuyucular için bir şey ifade etmeyecektir, ama House MD. 'deki baş karakter, Gregory House, desem bir çoğunuz onu anımsayacaktır.
Eğer diziyi izlediyseniz, Hugh Laurie'nin bazı bölümlerde delicesine, çılgıncasına, sarsılarak, piyanosu başına geçip, ya da gitarını eline alıp döktürdüğü anlara rastlamışsınızdır.
Eğer bu anlarda, onun sadece o parçaları çalışan bir oyuncu ya da gördüğünüzün bir sinema hilesi olduğunu düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.
House MD, dizisiyle tanıdığımız Hugh Laurie, aynı zamanda çok iyi bir müzisyen. İşte bu yazı da onun ilk albümü Let Them Talk hakkında.
Blues'in hakimiyetinin hissedilir olmasına rağmen, caz ve pop dokunuşlarıyla da bezeli bir albüm olmuş Let Them Talk... Hugh Laurie, hem gitarda, hem de vocalde karşımıza çıkıyor ve ikisinde de gayet iyi iş çıkarıyor.
Hugh Laurie, oyunculuk mesleğinin göğsünü kabartacak denli, türlü alanlarda top koşturabilme becerisini, oyunculuk, yazarlık dışında müzikte de göstererek bizi kendine hayran bırakıyor.
Magazine bu kadar karşıyken, Okan Bayülgen'in o magazinden, özellikle medya arkası bölümüyle, beslendiği bir gerçek.
Peki, Okan Bayülgen, magazin gibi bir olguyu ortadan kaldırmanın en iyi yolunun onu görmezden gelmek olduğunu bilmiyor mu? Elbette biliyor. Bu bilgiye rağmen neden magazinel kişileri programına konuk edip, onların "hangisinin tüm hafta konuşulacak bir bomba patlatır?" gibi sorulardan oluşan bir anket yaptırıyor ve nispeten nitelikli olan üç oyuncuyla ilgili "Sizce hangisi daha şık olacak"; "Hangisinin bıyığı daha çekici?" gibi şahane(!) sorularla anketini zengin(!)leştiriyor.
Okan Bayülgen'in yaptığı şey, magazine karşı haklı duruşuna rağmen, kendisinin başka bir magazin dünyası yaratmasıdır. Anlıyorum ki, o, magazine değil, sadece kendi yaptığınn dışındaki magazine karşı.
Bugün bir tv devrimi yaşansa, gerçekten nitelikli tv zamanları gerçek olsa Okan Bayülgen'in mutlu olacağına inananlardanım bu arada.
Ama bazı kavramların ortadan kalkmasını sağlamanın en iyi yolu, onları görmezden gelmek. Yazının başında da söylediğim gibi, magazin bu kavramlardan biri.
Okan Bayülgen'in yaptığı doğru mu, yanlış mı, onun yorumunu size bırakıyorum.